6 Nisan 2011 Çarşamba

Eski Roma'da Yaşayan Biri / Aziz Nesin

Anlatacağım olay, milattan önce 128 yılında geçti. Dikkat buyurun, geçmiş demiyorum, geçti diyorum. Ben bu olayı tarih kitaplarından almadım, kendi başımdan geçti.

“Tenasüh” denilen ruh göçüne, yani şimdiki insanların çok daha önceki yıllarda başka kişilerin, hatta hayvanların kalıplarında yaşadıklarına inanır mısınız? İster inanın, ister inanmayın, bu beni ilgilendirmez. Ben dün gece, bundan ikibinseksendört yıl onceki hayatımı yeni baştan yaşadım. Daha “ruh-ül-kudüs” ebedi bakire Hazret-i Meryem’in karnına girmemiş, yani ortada Hazret-i İsa’nın ne adı, ne sanı var. Yıl, milattan önce 128… Ben Romalı bir yurttaşım. Plafium dağının eteğinde çok geniş bir bahçe içinde büyük bir villam var. Üç gece önce villama bir sürü konuk geldi: Valustus, Yulius Perus, Sompeius, Tiseron ve daha başkaları. Bütün dostlarım gelmişlerdi. Siz bunların hiçbirini tanımazsınız. Onun için kimler olduklarını kısaca anlatayım.

Dostum Valustus, ünlü bir gladyatördür. Daha geçenlerde Kolesseum’da çok tanınmış bir gladyatörle dövüştü. Bu sıkı dövüşü görmenizi çok isterdim. İki gladyatör ortaya çıkınca, Kolesseum’u dolduran altmışbin kişinin uğultusu insanı sağır edecek kadar yükseldi. Şimdiki zamanda parti toplantılarında, bir de milli takımların futbol maçlarında ancak bu kadar gürültü olur. Dostum Valustus, saygıyla Konsül’ün locasına döndü, Konsül’ü selamladıktan sonra,

- Elveda saygıdeğer konsülümüz, Şimdi ölecek olanlar seni selamlıyor!.. diye bağırdı.

Halk öyle alkışladı ki, siz bu kadar gürültüyü ancak striptiz’e çıkan bir dansöze yapılan gösteride duymuş olabilirsiniz. İki gladyatör tam üçbuçuk saat dövüştüler. Sonunda dostum Valustus düşmanını amansız bırakıp yere yıktı. Yerdeki gladyatörün, pınl pırıl parlayan tunç zırhlarının altında göğsünün kalaycı körüğü gibi nasıl inip çıktığı görülecek şeydi. Yenik gladyatör, elinin iki parmağını konsüle doğru uzattı. Öldürmemesi için af diliyordu. Coşan seyirciler,

- Ölüm, ölüüüüüm!.. diye bağırdılar. Bu, tıpkı, futbol maçlarında seyircilerin,

- Kovaaa! Kova! Ye onu!.. diye bağırmalarına benziyordu.

Konsül, aslan pençesine benzeyen elini, locasının önünü örten, altın sırma işlemeli kadifeye uzattı, güldü. Başını yavaşça aşağı indirdi. Bu, Valustus’a işaretti. “Düşmanın işini bitir!…” diyordu. Valustus, mızrağını kaldırdı, yerdeki düşmanın kalbine sapladı. İşte, dostum Valustus, böyle bir adamdır.

Çağırdıklarımdan öbürü Yulius Perus benim savaş arkadaşım. Ünlü bir generaldir. Hellenizm krallığını yıkan ordunun başındaydı.

Dostum Sompeius’e gelince, o eskiden köleydi. Ama ünlü bir hekim ve felsefeci olduğundan, efendisinin hastalığını iyi edince efendisi de onu azat etti. Kölelikten patrici’ler arasına katılan Sompeius aklı ve bilgisiyle Tribuna Meclisinde tribun oldu.

Dostum Tiseron gençliğinde Roma’nın en iyi araba yarışçısıydı. Şimdi şiirler, piyesler yazar.

Evimdeki şölen çok iyi geçti. Çalgıcılar harp, lir, gitar, filavtalar çaldılar. Dansözler en iyi rakslarını oynadılar. İçki sel gibi aktı. Valustus, şölenin şampiyonu oldu. Üç günde, uzandığı divanın önüne tam yirmi defa yiyecek, içki ve yemişle dolu sini geldi. Volustus dört defa kustu, sonra yeni baştan yedi, içti. Böylece şölenin şampiyonu oldu. Bu kadar yiyen adamı siz belki gazetecilere verilen ziyafetlerde görmüş olabilirsiniz. Çok güzel bir şölen oldu. Üç gün yenildi içildi. Sonra yemekten, içmekten hepimiz baygın düştük. Şimdiki açılış törenlerindeki ziyafetler gibi bişeydi bu. Üç gün sonra kendimize gelebildik.

Banyodan sonra vücuduma kokular sürdüm, harmaniyemi omuzuma alıp dışarı çıktım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Komşum Plebius’un villasına gittim. Plebius,

- Yarın ava çıkacağız, adamlarınla hazırlan!.. dedi.

- Yarınki iş kolay, dedim, bugün ne yapacağız?

Plebius parti arkadaşımdır. Bizim partiye büyük hizmeti vardır.

- İstersen yarışlara gidelim, dedi, iddialı koşular var.

- Yorgunum Plebius… dedim.

- Öyleyse Büyük Amfi’ye gidelim, iyi oyun var.. dedi.

Dostum Plebius’la Büyük Amfi’ye gittik. Hesapianus’un bir komedisi vardı. Bu alçak herifi ben hiç sevmem. Dili koparılacak bir heriftir, zehir gibi dili vardır hergelenin. Her oyununda da ya Senatus’a çatar yada Kuria Meclisine… Ya Konsül’ü yerer, yada Pretur’u. Kaç defa “Şu herifin işini bitirelim, şölende zehirli şarap verelim…” dedim. Bizim felsefeci Sompeius,


- Roma cumhuriyettir. Bir cumhuriyette böyle şey olmaz. Herkes istediği gibi yazar da söyler de… dedi.

Çok kızıyorum bu Hesapianus denen hergeleye. Ben Konsül’ün yerinde olsam, onu sirkte kudurmuş aç kaplanlara parçalatırdım. Onun leşini yiyen kaplanlar bile zehirlenirdi, pis herif..

Halka da kızıyorum. Şu hergelenin yazdığı oyun oldu mu, Büyük Amfi’yi tıklım tıklım dolduruyorlar. Ama gelenlerden çoğu pleb’ler. Patrici’lerden, yani öz yurttaşlardan pek az gelen var.

Hesapianus o günkü oyununda yine bizim partiyi yeriyordu. Güya bizimkiler seçmenleri kandırmışlar. Düpedüz böyle söylemiyor ama, ne kadar dolambaçlı söylerse söylesin, anlaşılıyor yine. Oyun bitince alkıştan Büyük Amfi yıkılıyordu. Çok canım sıkıldı. Söve saya villama geldim. Ama ne o? Ne oluyor? Villamın önünde bir kalabalık. Kölelerim dışarı fırlamışlar.

- Ne oluyor?.. diye sordum.

Kölelerimden biri,

- Efendimiz, dedi askerler oğlunuz Kabakius’u tutuklamaya geldiler.

Oğlumu tutuklamaya gelen askerlerin başında dostum Yulius Perus vardı.

- Bu ne iş bre Perus? Oğlumu neden tutukluyorsunuz?.. dedim. Perus,


- Sebebini bilmiyorum ama, söylentilere bakılırsa, oğlun Kabakius bir şiir yazmış. Şiirin bir mısrasında “Roma’ya giden yollar kapalı” demiş.

- E, bunda ne var? Lağım çukurları kazıldığı için yollar kapalı. Yalan mı söylemiş?

- Belki de suçu bu değildir. Belki budur. Bilmiyorum. Herkesin bildiği gerçekleri açıkça söylemek bazan suç olur. Mercimekius’un neden öldürüldüğünü hatırlarsan. Roma’nın cumhuriyetle yönetildiğini herkes bildiği halde o, “Roma bir cumhuriyettir!” diye bağırdığı için öldürülmüştü. Ben tutuklama sebebini bilmem. Ama elimde tutuklama buyruğu var.

- Yulius Perus, bu emri kim verdi? Çabuk söyle Jupiter hakkı için leşini sereceğim onun.

Hançerimi kınından çıkardım. Yulius Perus elindeki kağıtları uzattı:

- İşte senin düşmanın bu kağıtlar, dedi. Emir burada. Mars’ın üzerine yemin ederim ki, oğlunu ben kendiliğimden tutuklamıyorum. Sen de bilirsin ki ben ancak görevimi yapıyorum.

- Evet, görev görevdir, dedim. Ama sana bu buyruğu veren kim?

- Bucak Müdürü Polakius.

Harmaniyemi savura savura Bucak Müdürü Polakius’e giderken yolda dostum felsefeci Sompeius’la karşılaştım.


- Beberius, nedir bu telaşın, arkadan cehennem tanrısı mı kovalıyor?.. dedi.

- Plüton beni çarpsın ki, bu Bucak Müdürü Polaikus’un canını cehenneme yollayacağım. Oğlum Kabaikus’un tutuklanması için buyruk çıkarmış.

- Polakius kendiliğinden bişey yapmaz. 0 da biyerden emir almıştır.

- Ben halis yurttaş patrici’lerden değil miyin Sompeius?.. diye sordum.

- Evet, dedi, sen eski bir Romalısın. Romalı ana babadan dünyaya gelen soylu yurttaşsın.

- Ben toprak, çiftlik ve köle sahibi değil miyim?

- Evet Beberius.

- Bu herifleri iş başına getirmek için oy vermedim mi?

- Verdin Beberius.


- Öyleyse bu iş bana yapılır mı? Bu haksızlık değil mi?

- Haksızlık Beberius.

- Öyleyse bu haksızlığı yapan bir suçlu var. Jupiter hakkı için onu öldüreceğim.

- Yemin etme Beberius. Eğer gerçek suçluyu bulabilirsen öldüremezsin. Hançerin suçlunun kalbine değil, kınına girer.

- Büyük yemin ettim. Görürsün… dedim.

Harmeniyemin eteklerini uçura uçura, hançerim elimde, firladım. Bucak Müdürü Polakius’a,

- Doğruyu söylediği için oğlumu tutuklayan sen misin?.. diye sordum.

- Benim suçum yok, işte kaymakamın verdiği yazılı buyruk… dedi.

Kaymakama koştum. O da,


- Ben aldığım emri yapıyorum, o kadar, dedi. İşte Roma Valisi Zıbarius’un emri. Valiye koştum.

- Oğlumu sen mi tutukluyorsun?

- Hayır Beberius. Doğru söylediği için bir gencin tutuklanmasına ben de üzüldüm.

- Öyleyse suçlu kim? Bana bir sürü kağıt parçaları, dairelerin taş duvarlarını gösteriyorlar. Oğlumu, doğruyu söyledi diye bu kağıtlar, bu mermer duvarlar mı tutukluyor? Kağıtları mı hançerleyeyim? Duvarları mı dişleyeyim? Söyle, düşmanım kim?

Zıbarius da bir sürü kağıt uzattı,

- İşte Tribuna Meclisi’nin emri, dedi, üstünde üç tribün’ün imzası var. , Hemen soluk soluğa tribünlere koştum

- Ben Roma için kanım döken Beberius değil miyim?

- Kahraman Roma yurttaşı, partimizin en iyi üyesi Beberius’u selamlanz… dediler.

- Selam da, kahraman da yerin dibine batsın! diye bağırdım. Oğlumu siz mi tutukluyorsunuz?


- Biz bu işi nasıl yaparız? dediler. Konsül emir verdi.

- Konsül mü? İsterse Konsül olsun, bu haksızlığın cezasını çekecektir.

Hançerim elimde Konsül Oktamirus’un karşısına çıktım.

- Söyle, benim düşmanım sen misin?.. diye bağırdım.

Konsül Oktamirus,

- Çıldırdın mı Beberius, dedi, ben kral değilim, diktatör de değilim. Roma cumhuriyetle yönetiliyor. İşte oğlunun tutuklama emri burda.

- Yine mi karşıma kağıtlar çıktı? Oğlumu bu kağıtlar mı tutukluyor? Birisi çıksın karşıma!

- Bu emri Senatus verdi, Beberius. Senatus üyelerinin kararıyla oluyor.

Rüzgar gibi fırladım. Mutlaka düşmanımı bulacaktım. Yolda o uğursuz herife rastladım, hani Şu Senatus aleyhinde yergiler, taşlamalar, alaylar yazan oyun yazan Hesapianus’la karşılaştım.


- “Roma’ya giden yol kapalı” dediği için oğlumu tutukluyorlar Hesapianus, dedim. Bu haksızlık değil mi?

- Evet, haksızlık… dedi.

- Bu haksızlığı yapan kim? Düşmanım kim? diye soruyorum, bana üstünde emirler yazılı bir sürü kağıt gösteriyorlar. Söyle, ben kağıtları mı parçalayayım? Bu haksızlığı yapan suçlu nerede?

- Suçluyu ne yapacaksın?

- Jupiter hakkı için leşini akbabalara yem yapacağım. O da tıpkı dostum felsefeci Sompeius gibi.

- Suçluyu bulsan bişey yapamazsın… dedi.

- Yapamaz mıyım? Görürsün. Büyük yemin ettim. Bu kağıtları ilk çıkaran yeri arıyorum.

- Hiç şüphesiz Senatus… dedi.

- Evet… dedim.


- Senatus üyeleri kimler?

- Bizim partililer.

- Onları kim seçti?

- Ben!

- Öyleyse daha suçluyu mu arıyorsun?

Hançerimi kaldırdım, göğsüme sapladım. Beyaz harmaniyem ala boyandı. Suçluyu öldürmüştüm..

İnsanın, eskiden hangi çağda, hangi kalıplarda yaşadığını hatırlaması kadar kötü hiçbişey yok. Aranızda benim gibi milattan önce 128 yılında Roma Cumhuriyetinde yaşamış biri daha var mı?

Üç Ölüm / Lev Nikolayeviç Tolstoy

Mevsimlerden güzdü. Büyük yolda iki araba tırısla koşturuyordu. Öndeki posta arabasında iki kadın oturmaktaydı: Biri zayıf, solgun yüzlü bir hanımefendi; ötekiyse parlak kırmızı yanaklı, gürbüz hizmetçisi. Hizmetçinin kısa kesilmiş, kuru saçları soluklaşmış şapkasının altından ikide bir dışarı kaçıyor; kızcağız delik eldivenli kızarık elleriyle rüzgarda uçuşan saçlarını ikide bir düzeltiyordu. Havlu atkısıyla örttüğü göğüsleri gençliğinin, sağlıklı oluşunun birer belirtisi gibiydi; canlı kara gözleri kah pencerenin ötesinde hızla geçen tarlalarda geziniyor, kah hanımına ürkek ürkek bakıyor, kah arabanın köşelerinde tasayla dolaşıyordu. Hanımefendinin file içinde arabanın tavanına asılmış şapkası burnuna değecekmiş gibi, bir ileri, bir geri gidip gidip geliyordu. Kızın dizlerinin üstünde bir köpek yavrusu vardı. Ayaklarını döşemede duran bir kutunun üstüne koymuştu; araba sarsıldıkça yayların çıkartığı gıcırtıyla camların şıngırtısına uygun olarak, zor işitilir bir sesle bu kutuyu tıkırdatıyordu.

Hanımefendi ellerini dizlerinin üstünde kenetlemiş, gözlerini yummuştu. Sırtına yerleştirilen yastıklara yaslanmış otururken usul usul sallanıyor, yüzünü belli belirsiz buruşturarak derinden derine öksürüyordu. Gecelik beyaz bir başörtüsü; ince, sarımsı boynuna bağladığı mavi bir eşarbı vardı. Düzgün bir ara çizgisi başörtünün altına doğru düzgün pomatlı sarışın saçlarını ikiye ayırıyordu. Bu geniş çizginin beyazlığında ölümü düşündüren soğuk bir hava vardı. Pörsük, biraz da sararmış derisi yüzünün ince, biçimli girinti çıkıntılarını gevşek bir biçimde sarıyor; yanaklarında, elmacık kemiklerinin üzerinde hafifçe kızarıyordu. Dudakları kuruydu, kıpır kıpır ediyordu durmadan. Seyrek kirpikleri kıvrılmaksızın dik dik duruyordu. Mantosu, düşük göğsünde düz çizgiler yapmıştı. Gözlerinin kapalı olmasına karşın yüzü yorgunluk, sinirlilik, çoktandır çekmeye alıştığı bir acıyı anlatıyordu.

Dirseklerini iki yana dayayan uşak, önde arabacının yanında uyukluyordu. Posta arabacısı keyifli keyifli bağırarak, ter içinde kalmış dörtlüyü sürüyor, arasıra arkadaki kupa arabasında bağırıp duran öbür arabacıya dönüp bakıyordu. Şınaların geniş, koşut izleri balçıkla kaplı yolda düzgün iki çizgi halinde hızla uzayıp gidiyordu.

Gök, kül rengi ve soğuktu; tarlalara, yola rutubet kokan bir karanlık çökmüştü. Arabanın içi boğucu sıcaktı, havasına kolonya ve toz kokusu sinmişti.

Hasta, başını geriye atıp gözlerini yavaşça açtı. İri gözleri ışıl ışıldı; çok güzel, koyu bir rengi vardı gözlerinin. Ayağına hafifçe değen, hizmetçinin mantosunun ucunu, güzel, zayıf eliyle sinirli sinirli iterek;

- Öf, gene uyandırdın beni! dedi.

Ağzı tuhaf bir biçimde çarpıldı. Matriyoşa iki eliyle birden mantosunun eteklerini topladı, güçlü bacakları üstünde doğrulup biraz geriye oturdu. Taze yüzü parıltılı bir kızıllığa büründü. Hastanın güzel koyu gözleri, hizmetçinin hareketlerini kıskançlıkla izliyordu. O da iki eliyle oturduğu yere dayandı, daha arkaya oturmak için doğrulmak istedi, ama buna gücü yetmedi. Ağzı çarpıldı; zavallı bir insanın kötücül, karanlık, alaycı anlatımı yayıldı yüzüne.


- Biraz yardım edeyim demezsin, değil mi? diye söylendi. Ah, İstemez istemez! Kendim kalkarım; yalnız, arkama şu çuvallarını koyma lütfen!… Tamam, yeter, beceremiyorsan bırak daha iyi!

Gözlerini kapardı, sonra yeniden açarak hizmetçisine baktı. Matriyoşa da ona bakarken kırmızı, alt dudağını ısırıyordu. Hastanın göğsünden derin bir “Ah!” yükseldi, ama bu iç çekmesi daha sonra ermeden öksürüğe dönüştü. Kadın yüzünü geriye çevirdi, buruşturdu, iki eliyle göğsünü tuttu. Öksürüğü geçince gözlerini yeniden yumdu, kımıldanmadan oturmasını sürdürdü. Matriyoşa atkısının altından tombul elini dışarı çıkardı, göğsünde istavroz işareti yaptı.

Hanımefendi hemen gözlerini açarak sordu:

- Nedir o?

- Menzil hanı, efendim.

- Neden istavroz çıkardığını soruyorum sana!


- Kilise gördüm de, efendim.

Hasta kadın yüzünü pencereye döndü; arabanın, çevresini dolaştığı büyük köy kilisesine dik dik bakarak usulca istavroz çıkarmaya başladı.

Posta ve kupa arabaları arka arkaya hanın önünde durdular. Kupa arabasından hasta kadının kocasıyla doktoru inerek posta arabasına yaklaştılar.

Doktor kadının nabzına bakarken;

- Kendinizi nasıl hissediyorsunuz? diye sordu.

Kocası da Fransızca;

- Ee, nasılsın dostum, yorulmadın ya? dedi. İnmek ister misin?

Matriyoşa çıkınları topladı, konuşulanları dinlememek için bir köşeye çekildi.

Hasta kadın arabadan inmeye niyetli görünmüyordu. Kocasının sorusuna;


- Pek iyi değilim, diye karşılık verdi. Her zamanki gibi. Siz gidin, ben arabada kalacağım.

Kocası biraz daha bekledikten sonra hana doğru yürüdü. Matriyoşa arabadan fırlayıp çıktı, çamurların içinden ayaklarının ucuna basa basa hanın kapısına doğru koştu.

Hasta, pencerenin önünde dikilen doktoruna;

- Kendimi iyi hissetmiyorum ama, bu sizin kahvaltı yapmanıza engel değil. Buyurun, siz de gidin, diyerek hafifçe gülümsedi.

Doktor onun yanından sessizce uzaklaşıp hanın merdivenlerinden çabuk çabuk tırmanırken, kadın kendi kendine söyleniyordu:

- Hiçbirinin bana aldırdığı yok. Sağlamlar hastanın halinden ne anlar! Ah, aman Tanrım!

Hasta kadının kocası, doktorla karşılaşınca ellerini neşeli bir gülümsemeyle ovuşturdu.

- Bakın, Edvard İvanoviç. Yemek sepetini getirmelerini emrettim. Bir şeyler atıştıralım mı? Ne dersiniz?

- İyi olur, derim.


Adam sesini alçaltıp kaşlarını kaldırarak sordu.

- Ee, hastanın durumu nasıl?

- Söylemiştim, değil İtalya’ya, kesinlikle Moskova’ya bile yetişemez. Hele bu havada!

Hastanın kocası yüzünü bir eliyle kapadı, inler gibi;

- Ne gelir elden! Ah, aman Tanrım! Aman Tanrım! dedi.

Sonra da yemek sepetini getiren adama seslendi;

- Buraya getir!

Doktor pişmanlıkla omuz silkti.


- Karınızı keşke yerinden hiç kıpırdatmasaydık. Evinizde kalsaydı.

Öbürü kendini savunmaya çalıştı:

- Söyleyin, Allah aşkına, ben daha ne yapabilirdim? Biliyorsunuz, evde kalması için ne kadar uğraştım! Etkili ilaçlardan, yalnız bırakmak zorunda kalacağımız çocuklardan, işlerimin çokluğundan söz ettim; beni dinlemek bile istemedi. Sağlam biriymiş gibi yurt dışında yaşama tasarıları kuruyor. Kendisine durumunu açıkça söylemek, doğaldır ki, onu öldürmek olurdu.

- Vasili Dmitriç, şunu iyice bilin, karınız artık ölmüştür. Akciğerleri olmazsa insan yaşayamaz; akciğerse yeniden büyümez. Üzücü bir durum, ama ne yaparsınız! Bizim çabamız, son dakikalarını elden geldiğince rahat geçirmesi içindir. Ayrıca bir de papaz bulmamız gerekiyor.

- Ah, aman Tanrım!… Ona son olarak ne istediğini sorarken düşeceğim durumu gözünüzün önüne getirin. Ne derseniz deyin, ona bunu söyleyemem. Ne kadar iyi bir insan olduğunu siz de biliyorsunuz.

Başını anlamlı anlamlı sallayan doktor;

- Gene de onu yolculuğa kışın çıkmaması konusunda ikna edin. Yoksa yolda işi bitik, dedi.

Hancının kızı başına kışlık atkısını atmış, arka merdivenin çamurlu sahanlığında tepinerek bağırıyordu:


- Aksiyuşa, Aksiyuşa, haydi gel! Şirkinskli hanımefendiyi görelim. İnce hastalıktan Avrupa’ya götürüyorlarmış. Ömrümde hiç veremli görmedim.

Aksiyuşa eşikten atladı, ikisi el ele tutuşarak dışarıya çıktılar. Yavaş adımlarla posta arabasının yanından geçerlerken perdesi inik pencereye baktılar. Hasta, onlara başını döndürdü, ama iki kızın kendisine baktığını fark edince kaşlarını çattı, yüzünü arkaya çevirdi.

- Vay anacı-ğı-ı-m! dedi, hancının kızı. Ne güzel, pırlanta gibi bir kadındı! Ama şimdi mum gibi erimiş. İnsan bakmaya korkar. Sen de gördün değil mi, Aksiyuşa?

Aksiyuşa onu doğruladı:

- Ne kadar da çökmüş! Gözleri iyice çukurlarına kaçmış. Haydi bir daha bakalım! İşte, işte, yüzünü arkaya çevirdi, ama ben gene gördüm. Çok yazık! Sen de acıdın mı, Maşa!

Maşa arkadaşının sorusuna yanıt olarak;

- Öf, ne çok çamur var! dedi.

Sonra ikisi yan yana hana doğru koştular.


O sırada hasta şöyle düşünüyordu: “Anlaşılan korkulacak biri olmuşum. Hemen yola çıkmalıyım. Çok geçmez, iyileşirim.”

Lokmasını çiğneye çiğneye posta arabasına yaklaşan kocası;

- Ee, nasılsın dostum? diye sordu bir daha.

Hasta kadın; “Hep aynı soru, durmadan da yer, içer” diye düşündü. Dişlerinin arasından;

- Eh, şöyle böyle, diye mırıldandı.

- Biliyor musun, dostum. Korkarım, bu havada yollarda daha kötüleşeceksin. Edvard İvanoviç de aynı kanıda. İstersen geriye, evimize dönelim.

Kadın öfkeli öfkeli susuyordu.


- Hava düzelir, yollar bataklık durumundan kurtulur, sen daha da iyileşirsin. O zaman hep birlikte gider, güzel bir tatil geçiririz.

- Beni bağışla. Seni hiç dinlemeseydim şimdi çoktan Berlin’deydim. Üstelik tümüyle iyileşmiştim.

- Ne yaparsın, meleğim? Biliyorsun o zaman fırsat bulamadık. Ama şimdi bir ay daha dişini sıksan iyice düzelirsin. Ben de işlerimi düzene koyduktan sonra çocukları yanımıza alır…

- Çocuklar turp gibi, bense değilim.

- Biraz anlayışlı ol, şekerim. Bu hava sağlığına hiç yaramaz, yolda iyice bozulabilir. Hiç olmazsa evde…

Hasta kadın, kocasının sözünü yine sertçe kesti:

- Evde ne? “Evde ölmek daha mı kolay!” demek istiyorsun?


Ama “ölmek” sözü onu korkutmuş olmalı ki, kocasına yalvarırcasına, sorar gibi baktı. Adam gözlerini önüne indirdi, sustu. Kadının ağzı çocukça büzüldü, gözlerinden yaş boşandı. Kocası atkısına sarınarak arabadan uzaklaştı.

Kadın;

- Hayır, gitmek istiyorum, dedi.

Gözlerini göğe kaldırdı, ellerini kenetledi, kendi kendine şu sözleri fısıldamaya başladı:

- Ulu Tanrım, bütün bunlar neden? Neden kulunun çektiği bu acılar?

Gözlerinden durmadan yaşlar akıyordu. Tanrı’ya uzun uzun yalvardı, yakardı, ama göğsü hep ağrıyor, sıkışıyordu. Gökyüzü, tarlalar, yol, hep öyle kül rengi, bulanıktı. Güz sisi her yere, ne daha az, ne daha çok, çamurlu yollara, damlara, posta arabasına, gür neşeli sesleriyle konuşarak posta arabasını yağlayan, şuraya buraya koşuşan arabacıların tulumlarına iniyor, her şeyi boz bir renge boyuyordu…

Araba koşulmuştu, ama arabacı ağırdan alıyordu. Adam bir ara arabacıların kaldıkları kulübeye daldı. Burası bunaltıcı sıcak, karanlık bir yerdi; hava ağırdı. İçerisi pişmiş ekmek, kapuska, koyun postu, insan kokuyordu. Küçücük izbeye beş-on arabacı doluşmuştu, aşçı kadın ocağın yanında yemek işleriyle uğraşıyordu. Fırının üstündeyse koyun postlarına sarınmış hasta bir adam yatmaktaydı.


Kırbacı kemerine sokulu, tulum giymiş genç arabacı odaya girince, hastaya;

- Hvedor Dayı! Hvedor Dayı! diye seslendi.

Arabacılardan biri;

- Ne bağırıp duruyorsun, kalın kafalı? Görmüyor musun, adam hasta? Fedka ile bir alıp vereceğin mi var! Haydi git, seni arabadan bekliyorlar, diye çıkıştı.

Saçlarını arkaya atıp kemerindeki eldiveni düzelten delikanlı, berikini;

- Çizmelerini isteyecektim, kendiminkiler iyice eskidi de, diye yanıtladı.

Sonra ocağa doğru yürüdü.

- Hey, Hvedor Dayı! Uyuyor musun?

Zayıf bir ses oradan;


- Ne var, ne istiyorsun? diye karşılık verdi.

Sonra kızıl, sıska bir yüz fırının üzerinden eğildi. Kıllarla örtülü, zayıf, sararmış elleriyle kirli gömleğini, sivri omzunun üzerinden sarkan cepkenini düzeltti.

- Su verin bana… Sen ne istiyordun, yeğenim?

Delikanlı bir çanak su verdi. Ağırlığını bir bacağından öbürüne devirerek;

- Şey… Fedya, sana belki yeni çizme gerekmez şimdi, dedi. Yola gitmeyeceksen onları bana verir misin?

Hasta adam yorgun başını, içinde suyun ışıldadığı çanağın üstüne eğdi, seyrek sarkık bıyıklarını loş suya daldırarak zayıf, kanmaz bir biçimde içti.

Karmakarışık sakalı kir içindeydi; ölgün, donuk gözlerini genç arabacının yüzüne güçlükle doğrulttu. Suyu içince ıslak dudaklarını silmek için elini kaldırmak istedi, ama bunu yapamadı, ağzını cepkenin yenine sildi. Konuşmaksızın, burnundan soluyarak gücünü toplamaya çalışırken delikanlının gözlerine süzgün süzgün bakıyordu.


Genç arabacı;

- Yoksa çizmelerini bedavaya başkasına mı söz verdin? dedi. Yolda ayaklarım ıslanacak; terslik bu ya, hemen işim de var. Kendi kendime, bak Serega, dedim, gel sen Fedka’nın çizmelerini iste, belki artık onun işine yaramaz… Yoksa kendin mi kullanacaksın çizmeyi? Hadi, yanıt ver bana!…

Hastanın göğsünde bir şey sıkışıp hırlamaya başladı, adam ikiye büküldü. Gıcık verici, sonu gelmez öksürükten boğulacak gibiydi.

Aşçı kadın ansızın, kulakları çınlatırcasına, öfkeyle bağırdı:

- Nasıl kullansın gayri? İki aydır fırının üstünden inmiyor! Nasıl öksürdüğünü görmüyor musun? Zavallının ta içine işlemiş. Çizmeleri nerede kullanacak? Yepyeni şeyler gömülecek değil ya… Zamanı çoktan geldi hani! Tanrım, sen bu ihtiyarın kusurlarını bağışla! Görüyorsunuz, nasıl uğunuyor. (Katılıp kaldı.) Onu başka bir eve mi götürmeli, ne yapmalı!… Böyleleri için hastaneler varmış, diyorlar. İş mi yani, bütün köşeyi tuttu, tamam! İnsana soluk aldırmazlar. Bir de temizlik istemezler mi insandan!


Posta sürücüsü kapıdan seslendi:

- Hey, Serega, hadi arabanın başına gel! Efendiler seni bekliyorlar.

Serega, hasta ihtiyarın yanıtını beklemeden gitmek istedi, ama beriki öksürükler arasında ona bir şeyler söylemek istediğini gözleriyle işaret etti.

Öksürüğünü bastırıp biraz dinlenince;

- Serega, çizmeleri al, dedi.

Sonra hırıltılı sesiyle;

- Yalnız, ölünce mezarıma taş koydur, diye ekledi.

- Teşekkür, dayı. Çizmeleri alıyorum, taşı da koyduracağım. Yemin ederim…

Hasta bir daha zorlanarak;


- Bakın, çocuklar, siz de işittiniz, dedi.

Sonra gene iki büklüm eğilerek öksürmeye başladı.

Arabacılardan biri;

- Tamam, işittik, dedi. Serega, haydi git artık, yoksa postabaşı gene koşar gelir. Biliyorsun, Şirkinsli hanımefendi ağır hasta.

Serega, ayağına büyük gelen delik çizmelerini ateş gibi çıkarıp iskemlenin altına fırlattı. Fiyodor Dayı’nın yeni çizmeleri ayaklarına tıpatıp uygun gelmişti, bunlara baka baka arabaya doğru seğirtti.

Serega, arabanın sürücü yerine çıkıp dizginleri toplarken, elinde boya çanağı tutan bir arabacı;

- Ne çizme ya! dedi. Getir, şunu bir güzel boyayayım! Bedava verdi demek?

Serega ayağa kalktı, paltosunun eteklerini kıvırdı:


- Kıskandın mı? Bak hele şuna!

Sonra kamçısını sallayarak atları sürdü.

- Haydi, aslanlarım!

Yolcuları, bavulları, öteki yükleriyle birlikte posta ve kupa arabaları, kurşun rengi sonbahar sisinde yavaş yavaş gözden kaybolarak ıslak yolda koşmaya başladılar.

Hasta arabacı, havasız kulübede fırının üzerinde kaldı. Doya doya öksüremeden, son gücünü toplayarak öbür yana döndü, sessizleşti.

Akşama kadar kulübeye girdiler, çıktılar, öğle yemeği yediler; hastadan hiç ses yoktu. Yatmadan önce aşçı kadın fırının üstüne tırmandı, yaşlı adamın bacakları üzerinden gocuğunu çekti.

- Sen bana kızma, Nastasya! dedi hasta. Çok sürmez, köşeyi boşaltırım.

- Ziyanı yok, sen canını sıkma… Hvedor Dayı, söyler misin, neren ağrıyor?


- Hep karnım ağrıyor. Allah bilir, hastalığım nasıl bir şey…

- Öksürdüğüne göre, korkarım, boğazın da ağrıyordur!

- Ağrımayan nerem var ki! Ecel geldi, baş ağrısı bahane. Ah, aman karnım!

Fırının üstünden inerken hastanın üzerine cepkeni düzelterek örten Nastasya;

- Bacaklarını ört, ha şöyle! dedi.

Geceleyin bir kandil kulübeyi ölgün ölgün aydınlatıyordu. Nastasya ile on kadar arabacı – kimi yerde, kimi iskemlelerin üzerinde – horultuyla uyuyorlardı. Yalnızca hasta adam hafif hafif hırıldıyor, öksürüyor, Fırının üzerinde bir o yana, bir bu yana dönüyordu. Sabaha doğru büsbütün sessizleşti.

Sabahın alaca karanlığında aşçı kadın uykulu uykulu gerinirken şöyle anlatıyordu:


- Düşümde bu gece şaşılacak bir şey gördüm. Hvedor Dayı fırının üzerinden inmiş, avluya odun kesmeye çıkmış. “Nastasya, ver şu baltayı” diyor, “sana yardım edeyim”. “Sen odun kırabilir misin?” diyorum. Ama elimden baltayı kapıyor, vurmaya başlıyor. Öyle atik, öyle becerikli kırıyor ki, yongalar havada uçuşuyor. “Nasıl olur”, diyorum, “sen hasta değil miydin?” “Hayır, ben sağlamım,” diyor. Sonra baltayı öyle bir savurdu ki, ödüm patladı sandım. Bir çığlık atmışım, o sırada gözlerimi açtım. Ne dersiniz, adamacağız ölmüş müdür? Hvedor Dayı! Hvedor Dayı! İşitiyor musun beni?


Fiyodor’dan ses çıkmıyordu.

Uyanan arabacılardan beri;

- Öldü mü yoksa? dedi.

Ocağın üzerinden sarkan kızılımsı kıllı cılız kol, soğuk ve sarımtıraktı.

- Ölmüş herhalde, gidip hancıya söylemeli.

Fiyodor’un akrabası yoktu, kimsesizdi. Ertesi gün koruluğun ötesindeki yeni mezarlığa gömdüler. Nastasya gördüğü rüyayı, Fiyodor Dayı’nın öldüğünü ilk olarak kendisinin bildiğini birkaç gün her önüne gelene anlattı.

Bahar gelmişti. Kentin ıslak sokaklarında, gübreli buzlar arasından şen derecikler şırıldıyordu. Giysilerin renkleri parlak, yürüyen insanların konuşmaları canlıydı. Çitlerin arkasındaki bahçeciklerde ağaçların tomurcukları patlamak üzereydi. Serin esintiyle birlikte dallar belli belirsiz sallanıyordu. Duru damlalar dallardan süzülüyor, sonra yere düşüyordu. Serçeler karmakarışık cıvıldaşıyor, küçücük kanatlarıyla pır pır ediyorlardı. Çitlerin, evlerin, ağaçların güneş düşen yerlerinde her şey kımıl kımıl, ışıl ışıldı. Yeri göğü dolduran tüm canlılar insanların yüreklerindeki aynı sevinçle, aynı yaşama isteğiyle doluydu.


Ana caddelerin birinde büyük bir konağın önüne taze saman serilmişti. Evde, yurt dışına gitmek isteyen o ölümcül hasta hanımefendi yatıyordu.

Odalardan birinin kapalı kapısının arkasında hastanın kocasıyla yaşlı bir kadın ayakta beklemekteydiler. Sedirde, elinde katlanmış bir şey tutan bir papaz, gözlerini yummuş oturuyordu. Köşedeki Voltaire tipi koltukta yatan yaşlı bir kadın – hasta kadının annesi – acı gözyaşları dökmekteydi. Yanında dikilen hizmetçi’nin elinde temiz bir mendil vardı. Hanımı isterse diye getirmişti. Bir başka hizmetçi, ihtiyarın şakaklarını ovuyor, serinletmek için başörtüsünün altına, kır saçlarına üflüyordu.

Hasta kadının kocası, kendisiyle birlikte kapının arkasında duran yaşlı kadına:

- Haydi, İsa yardımcınız olsun, dedi. Size çok güveni vardır; ayrıca onunla nasıl konuşacağınızı biliyorsunuz. Sizden bütün istediğim, onu tam olarak ikna etmeniz, ölüme hazırlamanız.

Kadına kapıyı açmak üzereyken kuzeni olan yaşlı kadın onu durdurdu, mendilini birkaç kez gözlerine bastırarak başını salladı:

- Umarım, ağladığım belli olmaz.


Böyle diyerek kapıyı açtı, iç odaya girdi.

Hasta kadının kocası çok heyecanlıydı, hayli yorgun görünüyordu. Koltukta ağlayan yaşlı annenin yanına gitmek için yürümüştü ki, ona birkaç adım kala durarak geriye döndü, odada biraz gezindikten sonra papaza doğru yürüdü. Papaz adama baktı, kaşlarını kaldırıp ah çekti. Bu sırada kır düşmüş ufak sakalı kalkıp indi.

Adam;

- Aman Tanrım, diyerek içini çekti.

- Ne gelir elden?

Böyle söylerken kaşları ve sakalcığı bir daha havaya kalktı, indi.

Adam hemen hemen umutsuzluk içindeydi.

- Kaynanamın durumunu görüyorsunuz. Nasıl dayanacak, bilmem. Onun gibi sevmek, görülmedik bir şey. Peder, lütfen kadıncağızı yatıştırıp evden gitmesini sağlar mısınız?

Papaz ayağa kalktı, yaşlı kadına, hastanın annesine yaklaştı.


- Efendim, anne yüreğindeki duyguların derinliğini Tanrı’dan başka kimse bilemez! Şurası bir gerçek ki, Tanrı bağışlayıcıdır.

Kadın sakinleşinceye kadar papaz konuşmasını sürdürdü:

- Tanrı esirgeyicidir. Size şunu arz edeyim, benim köyde, Mariya Dmitrevna’dan daha ağır hasta bir adam vardı. Ama, inanır mısınız, bir gün cahil bir esnaf, otlarla onu kısa zamanda iyileştirdi. Adam şimdi turp gibi, Moskova’da yaşıyor. Vasili Dmitreviç’e der dururum, bir de şu esnafa gitmeli. En azından hasta için avunma kaynağı olurdu… Tanrı güçlüdür.

İhtiyar kadın içini çekti:

- Hayır, kızım artık yaşamaz. Şurada benim gibi yaşlı biri dururken Tanrı onun canını alıyor!

Ve isteri hıçkırığı üzüntüsünü unutturacak kadar çoğaldı.


Hastanın kocası yüzünü elleriyle kapadı, koşarak dışarı çıktı. Koridorda birbirlerini kovalayarak koşuşan kızıyla oğluna rasladı.

Çocukların dadısı adamı görünce;

- Çocukları annelerine götürmemi buyurmaz mısınız? diye sordu.

- Hayır, onları görmek istemiyor. Görürse sinirleri iyice bozulur.

Oğlan bir dakika durdu, babasının yüzüne dik dik baktı, sonra bir ayağıyla tekme atıp neşeyle bağırdıktan sonra koşmaya başladı.

Koşarken kız kardeşini göstererek;

- Babacığım, şuna bak, yağız at gibi! diye bağırıyordu.

Bu arada öteki odada adamın kuzeni olan yaşlı kadın, hastanın başucunda oturuyor, ustalıkla yönettiği konuşmayla onu ölüm düşüncesine hazırlıyordu. Doktor pencerenin önünde ilaç karıştırmaktaydı.

Sağına-soluna yastık konularak oturtulan beyaz sabahlıklı hasta kadın; konuşmadan kocasının kuzeni yaşlı kadına bakıyordu. Bir ara berikinin sözünü keserek;


- Ah dostum, dedi, benimle böyle konuşmayın. Çocuk değilim artık. Hıristiyanım, her şeyi biliyorum. Çok yaşamayacağımı da, kocam sözümü dinleyip İtalya’ya götürseydi belki, hatta yüzdeyüz iyileşirdim, onu da biliyorum. Oraya gitmemiz gerektiğini herkes söyledi. Ama elden ne gelir, Tanrı böyle istemiş! Anlıyorum, günahımız çok, ama Tanrı’nın bağışlayıcılığına güveniyorum. Bu dünyada herkes affedilecektir. Kendimi anlamaya çalışıyorum. Benim günahım da çoktur, dostum. Buna karşılık çok acı çektik. Acılara sabırla dayanmaya çalıştım…

- Öyleyse, papazı çağıralım mı? Dua okunurken daha da rahatlarsınız…

Hasta kadın, “evet” anlamında başını eğdi. Sonra da;

- Ulu Tanrım, ben günahkar kulunu bağışla, dedi.

Yaşlı kadın dışarı çıkarak papaza göz kırptı. Hastanın kocasına gözlerinden yaşlar aka aka;

- Sanki bir melek, dedi.


Adam da ağlamaya başladı, papaz hastanın odasına girdi. İhtiyar anne kendinden geçmiş, uzun koltukta yatıyordu; birinci oda büsbütün sessizleşmişti. Beş dakika sonra papaz odadan çıktı, kalpağını çıkarıp saçlarını düzeltti.

- Çok şükür, şimdi daha sakin, dedi. Sizi görmek istiyorlar.

Kocasıyla kuzeni içeri girdiler. Hasta, aziz tasvirine bakarak sessiz sessiz ağlıyordu.

Adam;

- Kutlarım seni, dostum, dedi.

İnce dudaklarında hafif bir gülümseme dolaşan hasta kadın, ağır ağır konuşuyordu:

- Teşekkür ederim. Şimdi çok daha iyiyim, anlaşılmaz bir haz duyuyorum. Tanrı ne kadar bağışlayıcıymış, doğru değil mi? Tanrı esirgeyicidir, her şeye gücü yeter!

Islak gözleri duvardaki tasvire çakılmış gibiydi. Coşkulu yakarışlarına hiç ara vermiyordu.

Sonra birden hatırına gelmiş gibi işmarla kocasını yanına çağırdı. Zayıf, üzgün bir sesle;


- Ne zaman bir isteğimi yerine getireceğini göreceğim? dedi.

Kocası boynunu uzattı, saygıyla dinlerken sordu.

- Ne istiyorsun, hayatım?

- Sana kaç kez söyledim! Bu doktorlar bir şey bilmezler, basit hekimler vardır, insanı kolayca iyi ederler, diye… Bak, peder de söyledi… Bir esnaf varmış… Ona gidelim.

- Kime, hayatım?

- Aman Tanrım, beni neden anlamak istemiyorsun?


Sonra yüzünü buruşturdu, gözlerini kapadı.

Doktor, hastaya yaklaşarak kolunu tuttu. Nabız fark edilir derecede gitgide zayıflıyordu. Adama göz kırptı. Hasta bunu görerek korkuyla çevresine bakındı. Kuzeni arkasını döndü, ağlamaya başladı.

- Ağlama, dedi hasta kadın. Hem kendini, hem de beni üzüyorsun. Son gücümü de şu ağlaman alıyor.

Kuzeni, hastanın elini öptü.

- Sen bir meleksin. Bir meleksin sen.

- Hayır, şuradan öp. Yalnızca ölülerin eli öpülür. Aman Tanrım! Aman Tanrım!

O akşam ölen hasta kadın, büyük evin salonunda bir tabuta konuldu. Kapıları kapalı geniş odada bir papaz yamağı burnundan çıkan ölçülü sesiyle Zebur okumaya başladı. Parlak balmumu ışığı yüksek gümüş şamdanlardan ölünün soğuk alnına, balmumu renginde ellerine, diz ve ayaklarının çıkıntıları korkunç bir biçimde kabaran örtünün taşlaşmış kırışıklarına düşüyordu. Papaz yamağının tekdüze bir okuyuşu vardı, bir şey anlamadan ağzından dökülen sözler sessiz salonda garip bir biçimde çınlayarak kayboluyordu. Arasıra uzak bir odadan çocuk sesleri, ayak patırtıları geliyordu.

Zebur’un sözleri şöyleydi: “Yüzünü örtersin utanırlar; canlarını alırsın ölürler, küle dönerler. Ruh gönderirsin, canlanırlar, yeryüzünü şenlendirirler. Tanrı’ya sonsuz hamdolsun!”


Ölünün yüzü katı, durgun, ürkütücüydü. Ne temiz soğuk alnında, ne de sertçe kapanmış ağzında hiçbir kıpırdanma yoktu.

Bir ay sonra kadının mezarının üzerinde taş bir anıt yükseldi.

Arabacının mezarındaysa hiçbir şey yoktu; yalnızca bir insanın geçmiş varlığının tek belirtisi olarak, toprak tümseğin üstünde körpe yeşil otlar büyümüştü.

Günün birinde menzil hanındaki aşçı kadın;

- Serega, dedi. Hvedor’un mezarına taş dikmezsen günaha girersin. “Kış gelsin” diye oyaladın durdun. Peki verdiğin sözü niçin tutmuyorsun? Hepimiz işittik, ben de tanığım. Biliyorsun, kendisi bir kez sana geldi; taşını dikmezsen bir daha gelir, boğar seni vallahi!

Serega:

- Hah, “Dikmeyeceğim!” diyen mi var? Dikeceğim. Hem de bir buçuk rublelik taş alıp dikeceğim. Sözümü unutmadım, ama taşı çok uzaktan getirtmek gerek. Kente işim düşerse, alırım.


Yaşlı bir arabacı oradan atıldı:

- Bari bir haç dikeydin. Böylesi büsbütün kötü. Adamın çizmelerini giyiyorsun.

- Haçı nereden bulayım? Ağaçtan yontamazsın ya!

- Şunun söylediğine bak! Ağaçtan yontamazmış! Eline bir balta al, erkenden ormana git, ağaçlardan birini kesiver. Dişbudak mı olur, yoksa başka bir cins mi?.. İşte sana haç! Daha olmazsa korucuya bir şişe içki götürürsün. Her ıvır zıvır için içki götürmeye de kalkma ha! Geçenlerde arabanın özek tahtasını kırdımdı, yepyeni bir tane yapmak istedim, ağaç kesmek için gittiğimde kimse bir şey söylemedi.

Erkencecik, henüz şafak sökerken Serega bir balta aldı, ormana yollandı.

Henüz güneş ışınlarının aydınlatmadığı, yeni düşmüş çiyin donuk örtüsü her yeri kaplamıştı. Ufkun doğaya düşen bölümü ince bulutların sardığı gökyüzünde güneşin aydınlığını yansıtırken belli belirsiz ağarıyordu. Ne yerde bir otçuk, ne de dallarda bir yaprak kıpırdıyordu. Ormanın sessizliğini bozan tek ses ağaçların sık dallarından gelen kanat çırpmalar, bir de arabacı yürürken otlarda çıkardığı hışırtılardı. Derken, ansızın tuhaf, doğaya yabancı bir ses işitildi; sonra bu ses ormanın kıyısında donup kaldı. Sonra aynı ses bir daha, bir daha duyuldu; ağaçlardan birinin gövdesi bu gürültüyü biteviye takırtılarla çevreye yaymaya başladı. Takırdayan ağaç garip bir biçimde sarsıldı, gürbüz yapraklar kendi aralarında bir şeyler fısıldaştılar, dallardan birine konmuş olan bir narbülbülü kanatları ıslık çalarak iki kere pır pır etti, kuyruğunu sallaya sallaya başka bir ağaca kondu.

Balta, alttan alttan gittikçe boğuk sesler çıkararak kütürdüyor; yavaş, beyaz yongalar çiy düşmüş otlar üzerine saçılıyordu. Derken, vuruşlarla birlikte hafif bir çatırtı işitildi. Ağaç bütün gövdesiyle titredi, biraz eğildi, sonra kökü üzerinde korkuyla irkilerek yeniden doğruldu. Bir an için her şey sustu, ama ağaç bir daha eğildi, gövdesinden yükselen çatırdılar çoğaldı, budakları kırılıp dalları alta doğru sarkarak baş aşağı kara toprağa devrildi. Balta takırtıları, ayak sesleri bıçak gibi kesildi. Narbülbülü kanat çırptı, daha yükseklere uçtu. Kanatlarıyla dokunduğu bir dalcık bir süre sallandı, sonra öteki dallar gibi dondu kaldı. Yeni açılan boşlukta kımıltısız dalların yaprakları daha bir diri görünüyordu.

Güneşin ilk ışıkları, arkası görünen bulutu delip gökte parladı, sonra yavaş yavaş her yere yayıldı. Koyu sis çukurlarda harelenmeye, çiy damlaları yeşilliğin üzerinde ışıl ışıl oynamaya başladı. Ağaran saydam bulutlar mavi gökte şuraya buraya dağıldı. Kuşlar ormanın sık yerlerine uçuştular, sanki yok olmaktan zor kurtulmuşlar gibi mutlulukla cıvıldaştılar. Semiz yapraklar sevinçli bir durgunluk içinde dallarında fısıldaşmaya başladılar. Ayakta kalan ağaçların tepeleri yerde yatan ölü ağacın üzerinde saygıyla, usuldan usula salındılar.

Tipi / Aleksandr Sergeyeviç Puşkin

Bizler için unutulmaz bir dönem olan 1811 yılı sonlarında Gavrila Gavriloviç R. adında iyi yürekli bir adam Nenarodova’daki çiftliğinde yaşamaktaydı. Çevrede konukseverliği, güleryüzlülüğüyle ün salmıştı. Evi yiyip içmek ve ev sahibinin karısıyla beş kapiğine boston oynamak için gelen komşularla her zaman dolup taşardı.

Kimileri de ev sahiplerinin boylu boslu, solgun benizli, on yedi yaşlarındaki kızını seyretmeye gelirlerdi. Zengin bir gelin sayılan bu kızı kendileri ya da oğulları için gözlerine kestirmiş pek çok kişi vardı.

Marya Gavrilovna, Fransız romanlarıyla yetişmişti ve âşıktı hiç kuşkusuz. Köyüne izinli gelmiş yoksul bir kıta teğmenini gönlünün sultanı olarak seçmişti kendine. Genç adamın da aynı tutkuyla yanıp tutuştuğunu, kızın annesiyle babasının bu karşılıklı eğilimi sezerek kızlarına onu düşünmeyi bile yasakladıklarını ve delikanlıya emekli bir tahsildardan daha kötü davranmaya başladıklarını söylemeye gerek var mı?

Âşıklarımız mektuplaşıyor, her gün çam koruluğunda ya da eski küçük kilisede gizlice buluşuyorlardı. Orada birbirlerini sonsuza kadar seveceklerine ant içiyor, alın yazılarından yakınıyor, gelecekleri konusunda çeşitli tasarılar kuruyorlardı. Böylece yazışa söyleşe (pek doğal olarak) şu sonuca vardılar: Madem ki birbirimizin olmadan yaşayamayız, madem ki taş yürekli anneyle baba mutluluğumuza engel oluyorlar, öyleyse onlarsız da göremez miyiz işimizi?

Bu mutlu düşünce pek doğal olarak ilkin genç adamın aklına gelmiş, romantik yaratılışlı Marya Gavrilovna’nın da pek doğal olarak çok hoşuna gitmişti.

Bastıran kış, buluşmalarına son verdi, fakat mektuplaşmaları daha bir canlılık kazandı. Vladimir Nikolayeviç yazdığı bir mektupta kendisine kaçması, gizlice nikâhlanmaları, bir süre bir yerde gizlendikten sonra ortaya çıkarak anneyle babanın ayaklarına kapanmaları için yalvarıyordu sevgilisine. Sonunda onlar da sevgililerin bu direnişi ve mutsuzlukları karşısında duygulanacaklar ve hiç kuşkusuz:

- Çocuklar gelin, bağrımıza basalım sizi, diyeceklerdi.

Marya Gavrilovna uzun bir süre kararsızlık içinde bocaladı. Bu arada birçok kaçış tasarısını geri çevirdi. Ama en sonunda olumlu yanıtı verdi. Kararlaştırılan gün, akşam yemeği yemeyecek, başının ağrıdığını ileri sürerek odasına çekilecekti. Hizmetçi kız da bu gizli düzene katılıyordu. Birlikte kapı önündeki taş merdivenden bahçeye çıkacaklar, yolda kendilerini bekleyen kızağa binecekler, kızak onları Nenarodova’dan beş verst uzakta bulunan Jodrino bucağına götürecekti. Vladimir kilisede bekleyecekti onları.

Kararlaştırılan günün öncesi, Marya Gavrilovna bütün gece gözünü kırpmadı. Eşyalarını topladı; çamaşırlarını, giysilerini bohçaya yerleştirdi. Arkadaşlarından çok duygulu bir genç kıza uzun bir mektup yazdı. Annesiyle babası için de bir başka mektup hazırladı. Mektubunda en dokunaklı ayrılık sözlerini kullanıyor, suçunun özrü olarak tutkusunun karşı konulamaz gücünü gösteriyor, canından daha çok sevdiği annesiyle babasının ayaklarına kapanmasına izin verileceği günün hayatının en mutlu dakikası olacağını bildirerek satırlarına son veriyordu. Her iki mektubu da alev alev yanan iki yürek resmiyle bezenmiş ve üstlerine buna uygun bir yazı kondurulmuş Tula mührüyle mühürledikten sonra kendini tan yeri ağarmadan önce yatağa attı, uyuyakaldı. Fakat korkunç karabasanlar uykuda da bırakmadı yakasını. Tam nikâhlanmaya gitmek üzere kızağa bineceği sırada babası onu durdurarak korkunç bir hızla karlar üzerinde sürüklüyor, karanlık, dipsiz bir kuyuya fırlatıyor ve o, yüreği buz kesilmişçesine, baş aşağı düştükçe düşüyordu. Ya da Vladimir’i solgun bir yüzle, kanlar içinde otlar üzerinde yatarken görüyordu. Son anlarını yaşayan genç adam, içe işleyen bir sesle, bir an önce nikâhlanmaları için yalvarıyordu sevgilisine. Daha bunun gibi biçimsiz, anlamsız bir sürü karabasan kovaladı durdu birbirini. Genç kız her zamankinden daha solgun bir yüz ve gerçek bir baş ağrısıyla uyandı sabahleyin. Annesiyle babası kızlarının iyi bir durumda olmadığını gördüler. Onların sevgili yakınlıkları, kaygıları ve ”Nen var Maşa?” ”Hasta mısın Maşa?” diye sorup duruşları, zavallı genç kızın yüreğini parça parça ediyordu. Yatıştırıcı birkaç söz söylemeye, güler yüzlü görünmeye çabaladı ya, başaramadı. Akşam gelip çattı. Ailesi arasında son gününü geçirdiğini düşündükçe içi daralıyordu. Üzüntüsünden ölecek gibiydi. İçinden herkesle, her şeyle gizlice vadalaşıyordu.

Akşam yemeğine oturduklarında yüreği güm güm atmaya başladı. Titreyen bir sesle, canının yemek istemediğini bildirdi, kalkıp annesiyle babasına iyi geceler diledi. Onlar da her zamanki gibi kızlarını öptüler, dua ettiler. Genç kız güçlükle tutuyordu gözyaşlarını. Odasına girer girmez kendisini bir koltuğa attı, gözyaşları sel gibi boşandı. Hizmetçi kız onu yatıştırmak, kendine getirebilmek için diller döktü. Her şey hazırdı. Maşa yarım saat sonra aile ocağını, odasını, sessiz genç kızlık hayatını bırakıp gitmek zorundaydı. Dışarda hava tipiliydi. Rüzgâr uğulduyor, pancurlar sarsılıyor, takırdıyordu. Bütün bunlar bir uğursuzluğun belirtileri gibi görünüyordu Maşa’ya. Az sonra herkes uykuya dalmış, ev derin bir sessizliğe gömülmüştü. Maşa şalına sarındı, kürkünü giydi, küçük sandığını kucaklayıp arka kapı önündeki taş merdivene çıktı. Arkadan gelen hizmetçi kızın elinde de iki bohça vardı. Bahçeye indiler. Tipi dineceğe benzemiyordu. Rüzgâr sanki bu genç suçluyu durdurmak istermişçesine dosdoğru karşıdan esiyordu. Bahçeyi güçlükle geçebildiler. Kızak yolda onları bekliyordu. Üşüyen atlar yerlerinde duramıyorlardı. Vladimir’in arabacısı arabanın oku yönünde dolaşıyor, tedirginleşen hayvanları yatıştırmaya çalışıyordu. Genç bayanla hizmetçisinin kızağa binmelerine, bohçalarla küçük sandığın yerleştirilmesine yardım ettikten sonra dizginleri kavradı, atlar dörtnala atıldılar. Genç bayanı şimdilik alın yazısına ve arabacı Treşka’nın ustalığına bırakıp biraz da sevdalı delikanlıdan söz edelim.

Vladimir bütün gün sağa sola koşup durmuştu. Sabahtan Jadrino bucağı papazına uğrayıp bin güçlükle söz alabilmiş, sonra da ilk olarak kırk yaşlarında emekli bir süvari teğmenine, Dravin’e başvurmuştu. Teğmen, Vladimir’in çağrısını sevinçle kabul ettiğini bildirdi. Bu serüvenin, kendisine geçmiş günlerini, hafif süvari birliğinde bulunduğu zamanlardaki çapkınlıkları anımsattığını birkaç kez tekrar etti. Üstelik diğer iki tanığı bulmanın zor olmadığını kesinlikle söyleyerek Vladimir’i yemeğe alıkoydu. Gerçekten de yemekten hemen sonra palabıyıklarını bükerek, mahmuzlarını şakırdatarak, kadastro mühendisi Schmidt ve polis komiserinin kısa bir süre önce mızraklı süvari alayına yazılan on altı yaşlarındaki oğlu çıkageldiler. Onlar Vladimir’in çağrısını kabul etmekle kalmayıp, gerekirse bu yolda ölümü bile göze alacaklarına yeminler ettiler. Vladimir hepsini coşkuyla kucakladı, hazırlıklarını tamamlamak üzere evine döndü.

Hava kararalı çok olmuştu. Sadık adamı Treşka’ya durumu ayrıntılarıyla anlatıp gereken yönergeleri verdi. Troyka’yla Nenarodovo’ya gönderdi onu. Kendisi de küçük kızağa tek bir at koşmalarını emredip, yalnız başına, yanına arabacı almadan, iki saat sonra Marya Gavrilovna’nın da varmış olacağı Jadrino’ya doğru yola koyuldu. Topu topu yirmi dakika çeken yolu avucunun içi gibi biliyordu. Fakat tam kentin dışına, tarlalara çıkmışken, rüzgârın parlamasıyla tipinin kopması bir oldu. Göz gözü görmüyordu. Bir an içinde yol karla kapandı. Delikanlının dört bir yanını, bulanık, sarımsı bir sis kaplamıştı. Beyaz kar parçaları uçuyordu her yanda. Yerle gök birleşmişti. Kendini bir tarla içinde bulan Vladimir yeniden yola çıkabilmek için boşu boşuna çabalıyordu. Kararsız adımlar atan hayvan kâh bir kar yığınına tırmanıyor, kâh bir çukura yuvarlanıyor, kızak adım başı devriliyordu. Vladimir doğru yönünü yitirmemeye çalışıyordu. Fakat belki yarım saatten çok geçmemesine rağmen hâlâ Jadrino koruluğuna varamamıştı. Aşağı yukarı on dakika daha geçti, koru hâlâ görünürlerde değildi. Vladimir derin çukurlarla kesilmiş bir tarlada yol alıyordu. Tipi dinmiyor, gök bir türlü açılmıyordu. Gitgide yorulan hayvan ikide bir karlara gömülmesine rağmen buram buram terliyordu.

Vladimir neden sonra yanlış bir yönde ilerlediğini anladı. Arabayı durdurdu, düşünmeye, anımsamaya, yolu göz önüne getirmeye çalıştı; sağdan gitmek gerektiğine karar kıldı. Sağa saptı. Hayvan güçlükle adım atabiliyordu. Yola çıkalı bir saati geçmişti artık. Jadrino yakınlarda olmalıydı. Fakat gidiyor, gidiyor bir türlü tarlanın sonuna varamıyordu. Hep kar yığınları, hep çukurlar. Kızak adım başı devriliyor, Vladimir adım başı kaldırıyordu onu. Zaman hızla geçiyordu. Canı adamakıllı sıkılmaya başladı. Neden sonra yakınlarında bir karaltı belirdi. Vladimir kızağı oraya yöneltti. Yaklaşınca bir koruluk olduğunu gördü bunun. ”Çok şükür geldim sayılır artık” diye düşündü. Koruluk boyunca ilerlerken az sonra tanıdık bir yola çıkacağını ya da koruluğu çepeçevre dolaşarak hemen arkasındaki Jadrino’ya varacağını umuyordu. Kızak kış dolayısıyla yaprakları dökülmüş, çıplaklaşmış ağaçların karanlığına daldı. Rüzgâr azgınlığını yitirmişti burada. Yol düzgündü, at yüreklendi, Vladimir bir parça yatıştı.

Fakat delikanlı gidiyor, gidiyor, bir türlü Jadrino’ya ulaşamıyor, koruluk bitmek bilmiyordu. Vladimir, dehşet içinde yabancısı olduğu bir ormana düştüğünü anladı. Birden büyük bir ümitsizliğe kapıldı. Atı kırbaçladı. Zavallı hayvan önce tırısa kalktıysa da çabucak caydı; talihsiz Vladimir’in bütün çabalarına rağmen bir çeyrek sonra ancak adım adım yürümeye başladı. Ağaçlar yavaş yavaş seyrekleşiyordu. Vladimir ormandan çıktı. Ama Jadrino görünürlerde yoktu. Vakit gece yarısına gelmiş olmalıydı. Gözlerinden yaşlar boşandı. Kızağını kararlama sürüyordu artık. Tipi dindi, bulutlar dağıldı, gözlerinin önünde, dalga dalga beyaz bir halıyla örtülü bir düzlük uzayıp gidiyordu. Oldukça aydınlık bir geceydi. Az ötede dört beş evlik bir köyceğiz gördü. Oraya yöneldi. İlk kulübenin önünde kızaktan fırladı, koşup pencereyi vurmaya başladı. Birkaç dakika sonra tahta kepenk kalktı, ak sakallı yaşlı bir köylü, başını uzatarak:

- Ne istiyorsun? diye sordu.

- Jadrino buradan uzakta mı?

- Jadrino buradan uzakta mı dedin?

- Evet, evet! Jadrino buradan uzakta mı?

- Yok canım, on verst ya çeker ya çekmez.

Vladimir bu yanıt üzerine eliyle saçlarını kavradı. Ölüme mahkûm edildiğini duyan bir adam gibi dondu kaldı.

Yaşlı köylü:

- Ya sen neredensin? diye sordu.

Vladimir sorulara karşılık verecek durumda değildi.

- Jadrino’ya gidebilmem için bana bir at bulabilir misin, ihtiyar? dedi.

Yaşlı köylü:

- Bizde at ne gezer beyim, diye karşılık verdi.

- Peki bir kılavuz olsun bulamaz mıyız? Kaç para isterse veririm.

Yaşlı adam:

- Dur, ben sana oğlumu göndereyim, o seni götürür, deyip pencerenin kepengini indirdi. Vladimir beklemeye başladı. Beş dakika sonra yeniden vurdu pencereye. Kepenk kalktı, sakal göründü.

- Ne istiyorsun?

- Hani, oğlun gelmedi daha?

- Şimdi geliyor. Çizmelerini giyiyor. Üşüdün mü yoksa? Gir ısın.

- Sağol. Sen oğlunu çabuk gönder.

Avlu kapısı gıcırdadı. Eli çomaklı bir delikanlı çıktı. Kar yığınlarıyla örtülü yolu yoklaya yoklaya yürüdü.

Vladimir:

- Saat kaç acaba? diye sordu.

- Birazdan hava ağarır, diye yanıtladı genç köylü. Ondan sonra Vladimir’in ağzından tek sözcük çıkmadı.

Jadrino’ya vardıklarında horozlar ötüyordu. Hava ısınmıştı. Kilise kapalıydı. Kılavuzun ücretini ödeyen Vladimir kızağı papazın avlusuna çekti. Kendi troykası yoktu orada. Kimbilir, nasıl bir haber bekliyordu delikanlıyı.

Biz şimdi iyi yürekli çiftlik sahiplerine, Nenaradova’ya dönelim; bakalım orada ne olup bitti?

Hiçbir şey!

Sabahleyin uyanan ihtiyarlar oturma odasına geçtiler. Gavrila Gavriloviç’in başında bir kalpak, sırtında sımsıkı iliklenmiş pamuklu bir hırka vardı. Praskovya Petrovna ise pamuklu sabahlığını giymişti. Semaveri getirdiler. Gavrila Gavriloviç kızının nasıl olduğunu, gece iyi uyuyup uyumadığını öğrenmek üzere hizmetçi kızı yukarıya gönderdi. Geri dönen kız, küçük hanımın geceyi kötü geçirdiklerini, fakat şimdi daha iyi olduklarını, az sonra kendilerinin de oturma odasına ineceklerini bildirdi. Gerçekten de az sonra kapı açıldı, Marya Gavrilovna öpüşmek üzere annesiyle babasına yaklaştı.

Gavrila Gavriloviç:

- Başının ağrısı nasıl oldu Maşa? diye sordu.

Maşa:

- Geçti babacığım, dedi.

Praskovya Petrovna:

- Dün gece seni kömür çarpmış olmalı Maşa, diye düşüncesini belirtti.

- Belki de anneciğim, diye yanıtladı Maşa.

Gün olaysız geçti. Fakat geceleyin Maşa hastalandı. Doktor getirtmek için kente adam gönderildi. Ertesi günü akşama doğru gelen doktor, hastayı sayıklarken buldu. Şiddetli bir hummaya yakalanmış olan zavallı genç kız iki hafta ölümle pençeleşti.

Tasarlanan kaçış olayını evde kimse bilmiyordu. Olayın bir gün öncesi yazılan mektuplar yakılmıştı. Efendilerinin öfkesinden korkan hizmetçi kız, olay üstüne kimseye bir şey söylemiyordu. Papaz ağzını açmadı. Ne emekli süvari teğmeni, ne palabıyıklı kadastro mühendisi, ne de genç alaylı, sağda solda olaydan söz ederek kahramanlık taslamadılar. Bir nedeni vardı bütün bunların hiç kuşkusuz. Arabacı Tereşka, hatta sarhoşken bile bu konuda hiçbir şey kaçırmadı ağzından. Böylece yarım düzineden fazla fesatçı, ser verdi de sır vermedi. Fakat ardı arkası gelmek bilmeyen sayıklamaları sırasında Marya Gavrilovna kendi sırrını kendi açığa vurdu. Gel gelelim sözleri öylesine birbirini tutmaz şeylerdi ki, yatağının baş ucundan ayrılmayan annesinin onlardan çıkarabildiği sonuç, sadece kızının Vladimir Nikolayeviç’i deli gibi sevdiği ve herhalde hastalık nedeninin bu sevdadan başka bir şey olmadığı oldu. Kadıncağız kocasıyla ve bir iki komşuyla görüşüp danıştı. Sonunda hepsi birden Marya Gavrilovna’nın alın yazısının böyle olduğuna, alın yazısının önüne geçilemeyeceğine, yoksulluğun utanılacak bir şey olmadığına, paranın değil insanlığın önem taşıdığına vb. karar verdiler. Kendimizi kandırmaya gücümüzün yetmediği sıralarda atasözleri şaşılacak kadar yararlar işimize.

Bu arada genç kız iyileşmeye başladı. Vladimir çoktandır uğramaz olmuştu Gavrila Gavriloviçlere. Karşılaştığı kabul tarzı genç adamı ürkütmüştü. Kendisine haber gönderilmesine, ummadığı mutluluğa kavuştuğunun, nikâha razı olunduğunun bildirilmesine karar verdiler. Fakat bu çağrıları, aklı başında bir adamın pek de yazamayacağı bir mektupla yanıtlanınca Nenarodovalı çiftlik sahiplerinin düştükleri şaşkınlık büyük oldu. Bundan böyle evlerine adım atmayacağını bildiren delikanlı, ölümden başka ümit edecek bir şeyi kalmayan bahtsız bir adamı artık unutmalarını rica ediyordu. Aradan birkaç güç geçince de Vladimir’in birliğine döndüğünü haber aldılar. Olay 1812 yılında geçiyordu.

O sıralarda hastalığını yeni yeni atlatmakta olan Maşa’ya uzun süre bildirmeyi göze alamadılar bunu. Genç kız da hiçbir zaman Vladimir’in sözünü etmedi. Aradan birkaç ay geçtikten sonra delikanlının adını Berodino savaşında büyük yararlık göstererek ağır yaralananlar arasında görünce düşüp bayıldı. Hummanın yeniden başlayacağından korktular ya, çok şükür, baygınlık zarar vermeden sona erdi.

Kızcağız bir başka felakete daha uğradı. Gavrila Gavriloviç onu bütün servetinin biricik mirasçısı olarak bırakıp öldü. Fakat bu servet Marya Gavrilovna’yı avutamıyordu. Annesini hiçbir zaman yalnız bırakmayacağına ant içerek, zavallı kadıncağızın acısını içtenlikle paylaştı. Ana kız, kederli anılarla dolu Nenarodovayı bırakıp, ***daki çiftliklerine taşındılar.

İstekliler burada da güzel ve zengin gelinlik kızın çevresinde dönüyorlardı. Ama o, hiç kimseye en küçük bir ümit bile vermiyordu. Annesi kızının evlenmesi için kimi zaman onu kandırmaya çalışır, fakat Marya Gavrilovna başını olumsuz anlamda sallayarak düşüncelere dalardı. Vladimir yaşamıyordu artık. Fransızların girişinden bir gün önce Moskova’da ölmüştü. Anısının Maşa için kutsal bir değer taşıdığı görülüyordu. Onu anımsatan ne varsa; bir zamanlar okuduğu kitaplar, çiziktirdiği desenler, sevgilisi için yazılı notlar ve kopya ettiği şiirler; hepsini saklıyordu genç kız. Her şeyi öğrenen komşular kızın bu sarsılmaz bağlılığına şaşıyorlar, sonunda bu eldeğmemiş Artemisia’nın acıklı sadakatini alt edecek kahramanı merakla bekliyorlardı.

Bu sırada savaş zaferle sona ermişti.Alaylarımız sınır dışından dönüyorlardı. Halk onları karşılamaya koşuyordu. Bando ”Vive Henri-Quatre” (8).”Tyrol valsleri”, ”Jakond’un aryaları” gibi zafer şarkıları çalıyordu. Sefere henüz çocuk denecek yaşta giden subaylar, savaş havasıyla erkekleşerek ve göğüsleri nişanlarla dolu olarak dönüyorlardı. Askerler birbirleriyle neşe içinde konuşuyor, sözlerine Almanca, Fransız sözcükler karıştırıyorlardı ikide bir. Ah o unutulmaz günler! Şan ve şöhret günleri! Anayurt dendi mi nasıl da coşkuyla çarpardı Rus yüreği! Nasıl da tatlıydı kavuşma anında akan göz yaşları! Ulusal övünç duygusunu ve Çar sevgisini nasıl da kaynaştırmıştık elbirliğiyle! Ve Çar için ne göğüs kabartacak bir dönemdi bu!

Kadınlar, Rus kadınları eşsizdi o günlerde. Her zamanki soğuklukları kaybolmuştu. Hele galipleri karşılarken, coşkuları gerçekten de son kerteye varıyor, Hurra! diye bağırıyorlar;

Ve başlıklarını havaya fırlatıyorlardı.

O zamanın subaylarından, Rus kadınına pek çok şey borçlu olduğunu itiraf etmeyen çıkar mı?

Bu parlak günlerde Marya Gavrilovna’yla annesi ** ilinde yaşıyor, ordunun dönüşünün her iki başkentte yarattığı şenliklerden uzakta bulunuyorlardı. Fakat ilçe ve köy halklarının sevinci, kentlerdekinden daha da güçlüydü belki. Buralara bir subayın gelişi gerçek bir bayram sevinci yaratıyordu. Fraklı bir âşık, bir üniforma karşısında pek sönük kalıyordu o sırada.

Söylediğimiz gibi, o istediği kadar soğuk davransın, Marya Gavrilovna’nın çevresi genç kızı elde etmek isteyenlerle kuşatılmış durumundaydı yine de. Ama göğsünde St. George nişanı bulunan ve yüzü oralı kızların deyimiyle ”ilginç” bir solgunluk taşıyan bir hafif süvari albayı Marya’nın şatosunda görününce, bütün ötekiler ortadan çekildiler. Yirmi altı yaşlarında bir delikanlıydı bu. Marya Gavrilovna’nın köyünün yakınındaki çiftliğinde iznini geçirmek üzere gelmişti. Marya Gavrilovna başkalarına davrandığı gibi davranmıyordu ona. Onunla birlikteyken her zamanki dalgınlığı kayboluyordu. Cilve yaptığı söylenemezdi belki, fakat durumu gören şair şöyle derdi:

Se amor è che dunge? (9).

Burmin çok hoş bir delikanlıydı gerçekten de. Kadınların hoşuna giden türden, yani ince, meraklı, iddiasız, kaygısızca, şakacı bir zekâsı vardı. Marya Gavrilovna’ya karşı sadelikle, içtenlikle davranıyordu. Tepeden tırnağa kızla ilgiliydi aslında. Onun en küçük bir sözünü, en ufak bir kıpırdayışını izlerdi. Görünüşte sessiz ve alçak gönüllüydü ya, bir zamanlar azgın bir uçarı olduğu söylentisi dolaşıyordu ağızdan ağıza. Bununla birlikte bu söylentiler onu Marya Gavrilovna’nın gözünde hiç de küçültüyor değildi. Çünkü gözüpek ve ateşli bir kişiliğin belirtisi olan çapkınlığı, genel olarak bütün genç bayanlar gibi bağışlardı o da.

Fakat Marya’nın merakını, hayal gücünü en fazla kamçılayan şey, genç hafif süvari subayının cana yakınlığından, konuşma tarzının sevimliliğinden, yüzünün ilginç solgunluğundan çok, sessizliğiydi. Genç adamın kıza tutkunluğu açıkça belliydi. Akıllı, görüp geçirmiş bir adam olarak o da genç kızın kendisini karşı ilgisiz olmadığını herhalde anlamıştı. Peki ne bekliyordu hâlâ diz çöküp aşkını itiraf etmek için? Ona engel olan şey neydi acaba? Gerçek aşkın ayrılmaz yoldaşı olan sıkılganlık mı? Gurur mu? Yoksa hesaplı bir cilveleşme miydi bu? Genç kız, işin içinden çıkamıyordu. İyice düşünüp taşındı, tek nedenin sıkılganlık olduğunda karar kıldı sonunda. Delikanlıya daha fazla yakınlık göstermek, durum elverdiğince daha sıcak davranmak gerektiği sonucuna vardı. Böylece genç adamı sıkılganlıktan kurtaracağını umuyordu. Her şeyin çorap söküğü gibi çözülerek sonuca ulaşıvereceği bir tasarı hazırlayıp, romanlara yaraşır itiraf dakikasının gelip çatmasını beklerken içi içine sığmıyordu. Sır, hangi türden olursa olsun kadın kalbine her zaman acı verir. Kızın taktik harekâtı istenilen sonuca ulaştı. En azından, Burmin öyle düşünceli bir tavır takınmış, kara gözleri Marya Gavrilovna’nın üzerine öyle ateşli bakışlarla dikilir olmuşlardı ki kaçınılmaz dakikanın yakın olduğu anlaşılmaktaydı artık. Komşular olup bitmiş bir işten söz edercesine konuşuyorlardı düğünden. İyi yürekli Praskovya Petrovna da kızı sonunda kendine yaraşır bir eş buldu diye seviniyordu.

Bir gün, yaşlı kadın, oturma odasında tek başına oturmuş, iskambil kâğıtlarıyla fal açarken Burmin içeri girdi, girer girmez de Marya Gavrilovna’nın nerede olduğunu sordu.

- Bahçede, diye yanıtladı yaşlı kadın. Gidip orada bulun onu. Ben sizi burada beklerim.

Burmin bahçeye çıktı. Yaşlı kadın istavroz çıkararak: ”Eh, bu iş inşallah burada biter!” diye düşündü.

Burmin, Marya Gavrilovna’yı havuz başında, söğüt ağacının altında, üstünde beyaz giysileri, elinde bir kitap, tam roman kahramanlarına yaraşır bir durumda buldu. İlk bir iki sözden sonra Marya Gavrilovna, bile isteye sustu. Böylece, ancak apansız ve kesin bir aşk itirafının yok edebileceği sıkıntılı havayı daha da yoğunlaştırdı. İstediği sonucu da elde etti. Durumun güçlüğünü hisseden Burmin çoktan beridir kalbini açmak için fırsat beklediğini söyleyip, genç kızdan, kendisine bir dakika ayırıp ayıramayacağını sordu. Marya Gavrilovna kitabı kapadı, olumlu anlamda yere indirdi gözlerini.

Burmin:

- Sizi seviyorum, dedi. Sizi çılgın gibi seviyorum. (Marya Gavrilovna kızardı, başını biraz daha öne eğdi.) Boş bulunup kendimi tatlı bir alışkanlığa, sizi her gün görmek, sesinizi her gün işitmek alışkanlığına kaptırdım. (Marya Gavrilovna, St. Prieux’nun (10) ilk mektubunu anımsadı.) Alın yazısına karşı koyabilmek için çok geç artık. Tatlı, eşsiz hayalinizin anısı hem ıstırap, hem sevinç kaynağı olacak bundan böyle benim için. Fakat sadece ağır bir yükümlülüğü yerine getirmek, size korkunç sırrımı açarak aramıza aşılmaz bir engel koymak kalıyor bana şimdi…

Marya Gavrilovna, Burmin’in sözünü telaşla keserek:

- O engel her zaman vardı. Ben hiçbir zaman karınız olamazdım sizin, dedi.

Genç adam sessizce:

- Biliyorum, diye yanıtladı. Biliyorum, âşıktınız bir zamanlar. Fakat sevdiğiniz adam yaşamıyor artık ve üç yas yılı geçti aradan… Sevgili, tatlı Marya Gavrilovna! Ne olur son bir avuntudan yoksun bırakmayın beni. Mutluluğum olmayı kabul edeceğiniz düşüncesi, eğer şey olmasaydı… Fakat, susun! Tanrı aşkına, bir şey söylemeyin. Üzüyorsunuz beni. Evet, biliyorum, benim olacaktınız siz. Fakat, fakat dünyanın en bahtsız yaratığıyım ben… Ben evliyim!

Marya Gavrilovna şaşkın şaşkın Burmin’e baktı.

- Ben evliyim, diye sözlerini sürdürdü Burmin. Dört yıldır evliyim. Üstelik karımın kim olduğunu, nerede yaşadığını, bir daha onunla görüşüp görüşmeyeceğimizi de bilmiyorum!

Marya Gavrilovna.:

- Ne diyorsunuz? diye bağırdı. Ne tuhaf şey bu! Devam edin, devam edin; sonra benim de anlatacaklarım var… Fakat, devam edin siz, rica ederim.

Burmin:

- 1812 yılı başlarındaydı, diye anlatmaya koyuldu. Alayımın bulunduğu Vilna kentine doğru hızla yol alıyordum. Akşamın geç saatlerinde ulaştığım bir menzilde atların bir an önce değiştirilmesi için henüz emir vermiştim ki müthiş bir tipi koptu. Menzil bekçisi de, arabacılar da tipi dinene kadar beklememi öğütlediler. Önce dinledim onları. Fakat az sonra anlaşılmaz bir tedirginlik kapladı benliğimi. Sanki birisi itekliyordu beni. Oysa tipi bütün şiddetiyle devam ediyordu. Daha fazla dayanamadım. Atların koşulmasını emrederek tipinin ortasına daldım. Arabacının aklına dere boyunca gitmek, böylece yolu üç verst kısaltmak esti. Kıyılar karla örtülmüştü. Arabacı, çıkış noktamızı hiç sezmeden geçmiş olduğu için, tanımadığımız bir yerde bulduk kendimizi. Tipi dinmek bilmiyordu. Uzakta bir ışık görüp arabacıya kızağı o yöne sürmesini emrettim.

Bir köye vardık. Işık, ahşap kiliseden geliyordu. Kilise açıktı nedense. Bahçe parmaklıkları arkasında birkaç kızak duruyordu. Sundurmanın altında da gezinen insanlar vardı.

Birkaç kişi birden:

- Buraya! Buraya! diye bağrıştı.

Arabacıma o yana yaklaşmasını emrettim.

Birisi:

- İnsaf et, neredesin yahu? dedi. Gelin içerde baygınlıklar geçiriyor. Papaz ne yapacağını şaşırdı. Bizler de geri dönmeye hazırlanıyorduk. Çabuk gir içeri.

Sesimi çıkarmadan kızaktan atladım. İki üç mumun şöyle böyle aydınlattığı kiliseye girdim. Genç kız, kilisenin karanlık bir köşesinde, bir sıra üzerinde oturuyordu. Bir başka kız da şakaklarını ovuyordu onun. Bu ikinci kız:

- Çok şükür, dedi. Gelebildiniz sonunda. Küçük hanımı öldürüyordunuz az kalsın.

Yaşlı papaz yanıma yaklaşarak:

- Başlamamı emreder misiniz? dedi.

Ben şaşkın bir halde, üstün körü:

- Başlayın, başlayın aziz babacığım, diye mırıldandım.

Genç kızı ayağa kaldırdılar. Hiç de fena sayılmazdı doğrusu… Akıl almaz, bağışlanmız bir çılgınlık yaptım. Kürsünün önünde, kızın yanında yer aldım. Papaz acele ediyordu. Diğer üç adamla hizmetçi kız, sadece gelinle ilgiliydiler. Yardım ediyorlardı ona. Nikâhımız kıyıldı. Bize:

- Öpüşün, dediler.

Karım solgun yüzünü çevirdi bana. Tam onu öpmek üzereyken:

- Eyvah, bu değil! O değil bu! diye haykırdı, düşüp bayıldı.

Tanıklar korku dolu gözleriyle yüzüme baka kaldılar. Geriye döndüm hiçbir engele raslamadan kiliseden çıktım, kendimi arabaya atarak:

- Çek, diye bağırdım.

Marya Gavrilovna:

- Tanrım! diye haykırdı. Ya karınız, karınız ne oldu? Bilmiyorsunuz demek!

- Bilmiyorum, diye yanıtladı Burmin. Nikâhın kıyıldığı köyün adını da bilmiyorum. Yola çıktığım menzili de anımsamıyorum şimdi. O zamanlar oyun saydığım bu ağır suçu o kadar az önemsemiştim ki, arabam hareket eder etmez uykuya dalmış, ertesi günün sabahına, üçüncü menzile varıncaya kadar uyumuştum. O zamanki uşağım da savaşta öldüğünden, kendisine bu kötü oyunu oynadığım ve bugün benden merhametsizce intikam alan kişiyi arayıp bulma konusunda hiçbir umudum yok.

Marya Gavrilovna Burmin’in elini yakalayarak:

- Tanrım, Tanrım! diye mırıldandı. Demek sizdiniz o! Hâlâ tanıyamadınız mı beni?

Burmin sapsarı kesildi ve genç kızın ayaklarına kapandı.

Menzil Bekçisi / Aleksandr Sergeyeviç Puşkin

Sıradan, küçücük bir kâtiptir, Menzil bekçisi oldu mu diktatör kesilir ”Prens Vyazemski”

Menzil bekçilerine sövüp saymayan, onlarla dövüşmeyen var mıdır içinizde? Çektiğimiz eziyetler, karşılaştığımız düzensizlikler ve kalabalıklar hakkında hiçbir işe yaramayacak olan yakınmalarımızı yazmak için öfkeye kapılarak hangimiz istememişizdir o uğursuz defteri? Menzil bekçilerini bir zamanların dava vekilleri ya da Murom eşkıyaları gibisinden insan soyunun ucubeleri arasında saymayan var mıdır? Fakat adil olup kendimizi onların yerine koymaya çalışırsak, yargılarımızı çok daha hoşgörüyle verebiliriz. Kimdir bir menzil bekçisi? On dördüncü dereceden bir çilekeş. Rütbesi kendisini ancak dayak yemekten kurtarabilen (vicdan sahibi okuyucularım kabul ederler ki bu da her zaman olmaz) bir zavallı. Prens Vyazemski’nin alay olsun diye diktatör dediği bu adamların yaptıkları iş tam bir kürek mahkûmluğu değil de nedir? Gece olsun, gündüz olsun rahat yüzü görmezsiniz. Yolcu can sıkıcı yolculuğu süresince birikmiş bütün öfkesini menzil bekçisinden çıkartır.

Hava mı bozuk? Suçlu menzil bekçisidir. Yollar mı berbat? Menzil bekçisinin yüzünden. Atlar hımbıl mı hımbıl, arabacı dik kafalı herifin biri mi? Suç menzil bekçisindedir. Onun yoksul kulübesine yolu düşenler düşman gibi görürler karşılarına çıkan adamı. Yakasını bu çağrılmamış konuktan kurtarabilirse ne mutlu menzil bekçisine. Fakat eğer bir de at yoksa elinde… Eh, artık sövgünün, gözdağının bini bir para! Yağmur altında, vıcık vıcık çamura bata çıka avludan avluya koşmak zorundadır. Öfkeli yolcunun azarlarından, itip kakmalarından hiç olmazsa bir dakikacık kurtulabilmek için fırtınaya, zemheriye bakmaksızın, kendini kapı dışına atar. Bakarsın bir general çıkagelmiş. Korkudan tir tir titreyen menzil bekçisi, biri de haberci postası olan elindeki son iki troykayı ona verir. General teşekkür bile etmeden çekip gider. Beş dakika sonra bir çıngırak sesi!.. Hükümet habercisi seyahat belgesini masaya fırlatır!.. Bütün bunları enine boyuna düşünürsek yüreğimiz öfkeyle değil, merhametle dolar. Bir iki şey daha söyleyeyim. Tam yirmi yıl dur durak bilmeden bütün Rusya’yı baştan başa dolaştım. Bütün posta yollarını bilirim aşağı yukarı. Birkaç arabacı kuşağıyla tanışıklığım vardır. Yüz yüze gelmediğim menzil bekçisi yok gibidir. Pek çoğuna da işim düşmüştür. Edindiğim ilgi çekici gezi izlenimlerimi fırsat buldukça yayımlamak isterim. Fakat şimdilik şu kadarını söyleyeyim ki menzil bekçileri sınıfı, gerçeğe çok aykırı bir biçimde tanıtılmıştır topluma. Bu kadar iftiraya uğrayan menzil bekçileri, aslında yumuşak başlı, yaratılıştan yardımsever, insancıl, öyle pek de şan, şeref, para düşkünü olmayan kimselerdir genellikle. Sohbetlerinden (sayın yolcuların küçümsemekte hiç de haklı olmadıkları bu sohbetlerden) çok ilgi çekici bilgiler elde edilebilir. Altıncı dereceden bir memurla resmi bir konuşma yapmaktansa bir menzil bekçisinin sohbetini yeğlerim ben kendi payıma.

Bu saygıdeğer kişiler arasında bazı dostlara da sahip bulunduğumu kolayca anlamışsınızdır. İçlerinden bir tanesinin anısı benim için çok değerlidir gerçekten de. Olaylar bir zamanlar bizi birbirimize yaklaştırmıştı. Sevimli okuyucularıma bunu anlatmak niyetindeyim işte.

1816 yılı Mayısı’nda bugün artık kaldırılmış olan bir posta yoluyla ** ilinden geçmem gerekmişti. Küçük rütbeli bir memurdum o zamanlar. İki katlı bir posta arabasıyla seyahat ediyordum. Bu yüzden menzil bekçileri beni üstünkörü karşılıyorlar, ben de hakkım olduğuna inandığım şeyi bilek gücüyle elde ediyordum çoğu kere. Genç ve ateşliydim o sıralar. Benim için hazırlanmış atları yüksek rütbeli bir memurun arabasına koşuverdiğinde bir menzil bekçisinin, bu küçük adamın alçaklığına fena halde içerledim. Yine bunun gibi, vali sofrasında uyanık bir uşağın beni atlayarak servise devam etmesine de alışamamıştım uzun süre. Şimdi her ikisi de çok olağan görünüyor bana. Düşünün bir, eğer herkesçe kabul edilen rütbe sırası kuralı değil de söz gelişi akıl sırası gibi bir kural uygulanacak olsaydı ne yapardık? Kimbilir ne tartışmalar çıkar, uşaklar kimbilir kimden başlarlardı yemek dağıtmaya? Neyse, biz hikâyemize dönelim.

Çok sıcak bir gündü. ** menziline üç verst kala çiselemeye başlayan yağmur az sonra öyle bir sağanağa çevirdi ki, tepeden tırnağa ıslandım. Menzile vardığımda ilk işim üstümü başımı değiştirmek, ikincisi de çay istemek oldu. Menzil bekçisi:

- Hey, Dunya, diye seslendi, semaveri hazırla, biraz da kaymak getir.

Bu sözler üzerine bölmenin arkasından on dört yaşlarında bir kız çıkarak sofaya doğru koştu. Güzelliği gözlerimi kamaştırmıştı.

- Kızın mı, diye sordum.


Menzil bekçisi onuru okşanmış bir tavırla:

- Evet, dedi. Öyle akıllı, öyle beceriklidir ki, tıpkı rahmetli anası…

Bunu söyledikten sonra benim seyahat belgemi işlemeye başladı. Bense onun gösterişsiz, fakat derli toplu evini süsleyen tabloları seyretmeye koyuldum. Bunlar Hayırsız Oğul’un (13) hikâyesini canlandırıyorlardı. İlk tabloda başında takkesi, sırtında gecelik entarisiyle nur yüzlü bir ihtiyar duasını üstünkörü dinleyip para kesesini hırsla kapan tedirgin bir delikanlıyı uğurluyordu. Öteki tabloda genç adamın yaşadığı batakhane hayatı parlak renklerle canlandırılmıştı. Delikanlı çevresi sahte dostlarla, düşük kadınlarla kuşatılmış olarak bir masa başında otururken gösterilmişti burada. Sonraki tabloda varını yoğunu tüketen genç adam sırtında yırtık pırtık giysiler, başında üç köşeli bir kasket, domuz güdüyor, onlarla aynı kaptan yemek yiyordu. Yüzünde derin bir keder ve pişmanlık okunmaktaydı. Son tabloda hayırsız oğulun yeniden baba ocağına dönüşü gösterilmişti. İyi yürekli ihtiyar başında aynı takke, sırtında aynı gecelik entariyle onu karşılamaya koşuyor, hayırsız oğul babasının önünde diz çöküyordu. Tablonun arka planında ise besili bir danayı boğazlayan aşçıyla hizmetçilere şenliğin nedenini soran büyük kardeş gösterilmişti. Her tablonun altında o tabloya uygun Almanca şiirler yazılıydı. Kına çiçeği saksıları, alacalı bulacalı bir örtüyle kaplı karyola ve o gün orada gördüğüm şeylerin tümüyle birlikte hâlâ hatırımdadır bütün bunlar. Elli yaşlarında bir adam olan ev sahibinin kendisi de canlılığı, dinçliği, üzerinde rengi atmış kurdelelere asılı üç madalya bulunan uzun yeşil ceketiyle bugünmüş gibi gözlerimin önündedir.

Ben henüz yaşlı arabacının parasını vermeye vakit bulamadan Dunya semaverle döndü. Üzerimde bıraktığı etkiyi bir anda sezmişti küçük çapkın. İri mavi gözlerini yere indirdi. Bir iki şey söyledim. Her şeyden haberli bir genç kız gibi ürküp sıkılmadan konuştu benimle. Babasına bir bardak punç, Dunya’ya bir fincan çay sundum. Sanki kırk yıllık ahbaplarmışız gibi sohbete daldık.

Atlar koşulalı çok olmuştu. Ama ben menzil bekçisinden ve kızından ayrılmak istemiyordum hâlâ. Sonunda vedalaştık. Menzil bekçisi bana iyi yolculuklar diledi. Kız arabaya kadar benimle geldi. Sofada durup bir öpücük istedim. Razı oldu…

Bu işle uğraşalı beri yığınla öpücük alıp vermişliğim vardır. Ama hiçbirinin bunun kadar uzun, bunun kadar tatlı bir anısı kalmadı bende.

Birkaç yıl sonra olaylar yine aynı posta yoluna, aynı yerlere sürükledi beni. Aklıma yaşlı menzil bekçisinin kızı geldi. Onu yeniden göreceğimi düşünerek sevindim. Fakat bir yandan da menzil bekçisinin belki de bir başka yere atanmış olabileceğini, Dunya’nın belki de evlendiğini düşünüyordum. İkisinden birinin ölmüş olabileceğini de aklımdan geçirerek ** menziline kederli bir ön seziyle ulaştım.


Atları evin önünde bırakıp odaya girdiğimde hayırsız oğulun hikâyesini canlandıran tabloları hemen tanıdım. Masa ve karyola eski yerlerindeydi. Fakat pencerelerdeki saksılar kaldırılmıştı. Bir köhneliğin, bir bırakılmışlığın izleri okunuyordu her yanda. Menzil bekçisi gocuğunu üstüne çekmiş uyuyordu. Benim içeri girişim üzerine uyanıp doğruldu. Bu Samson Vyrin olmasına Samson Vyrin’di ya, o kadar çökmüştü ki, şaşıp kaldım. O benim seyahat belgemi işlerken ağarmış saçlarını, çoktandır ustura değmemiş yüzündeki derin kırışıkları, kamburlaşmış sırtını gözden geçiriyordum. Dinç bir adamın üç, bilemedin dört yıl içinde böyle yıkık bir ihtiyar olup çıkmasına şaşmamak elde değildir.

- Tanıdın mı beni? diye sordum, seninle eski dostuz biz.

Kaşlarını çatarak:

- Olabilir, dedi. Büyük bir yoldur burası. Çok yolcu gelip geçti bu menzilden.

- Dunya nasıl? diye sordum.

İhtiyar büsbütün somurtarak:

- Allah bilir diye yanıtladı.

- Yoksa evlendi mi? dedim.


İhtiyar sorumu duymazlıktan gelerek seyahat belgemi fısıltıyla okumaya devam etti. Ben de soru sormayı bıraktım, çay istedim. Adamakıllı meraklanmıştım. Biraz punç içerse ihtiyar dostumun dilinin çözüleceğini umuyordum.

Yanılmamışım. İhtiyar, kendisine uzattığım bardağı çevirmedi. İçkiyi görünce yüzünün ışıdığını fark ettim. İkinci bardakta dili çözüldü. Beni ya anımsadı ya da anımsar göründü. O zamanlar çok etkisinde kaldığım, üzerinde çok düşündüğüm hikâyesini anlattı.

- Demek Dunyamı tanıyorsunuz siz, diye başladı söze. Onu tanımayan var mıydı ki. Dunya, ah Dunya! Ne kızdı o! Herkes hayran kalırdı ona, kimse bir kusur bulamazdı. Baylar kimi zaman mendil, kimi zaman küpe armağan ederlerdi. Yolcular sözüm ona öğlen ya da akşam yemeği yeme bahanesiyle, gerçekteyse onu biraz daha fazla görmek için mola verirlerdi burada. Bir bay ne kadar öfkeli olursa olsun onu gördü mü yatışır, tatlı tatlı konuşmaya başlardı benimle. İnanır mısınız efendim, haberciler, hatta hükümet habercileri, oturur yarım saat çene çalarlardı onunla. Evin her şeyiydi o. Derler toparlar, çekip çevirir, her şeyin üstesinden gelirdi. Bense, ihtiyar bunak, bakmaya doyamazdım ona. Sevinçten içim içime sığmazdı. Dunyamı sevmiyor muydum sanki? Yavrumdan bir şey mi esirgiyordum? Mutlu değil miydi sanki? Fakat kaderden kaçılmıyor. Alnımıza yazılan başımıza geliyor.

Yaşlı adam bu sözü söyledikten sonra içindeki acıyı ayrıntılarıyla anlatmaya koyuldu. Üç yıl kadar önce bir kış akşamı menzil bekçisi yeni bir deftere çizgi çeker, kız da bölmenin arkasında kendine elbise dikerken kapıya bir troyka yanaşmış; başında bir Çerkez kalpağı, sırtında asker kaputu bulunan omuzu atkılı bir yolcu içeri girerek at istemiş. Atların hepsi de seferdeymiş. Bunu işiten yolcu hem sesini, hem de kamçısını yükseltmek üzere imiş ki bu gibi sahnelere alışık olan Dunya hemen bölmenin arkasından fırlayarak yolcuya bir şeyler yemek isteyip istemediğini sormuş. Dunya’nın ortaya çıkışı her zamanki etkisini göstermekte gecikmemiş, yolcunun öfkesi geçmiş. Atlar gelinceye kadar beklemeye razı olarak, bir akşam yemeği ısmarlamış. Islak tüylü kalpağını çıkarıp, atkısını çözüp silkinerek kaputunu sırtından atınca genç, kara bıyıklı, boylu boslu bir hafif süvari subayı çıkmış ortaya. Menzil bekçisinin yanında bir yere oturarak onunla ve kızıyla sohbete dalmış. Akşam yemeği hazırlanmış. Bu arada atlar da gelmiş. Menzil bekçisi yiyecek bile verilmeden atların bir an önce yolcunun arabasına koşulmasını emredip içeri girdiğinde genç adamı kanepe üzerinde hemen hemen yarı baygın yatarken bulmuş. Birden bire fenalaştığını, başının çok ağrıdığını, yola çıkacak durumda olmadığını söylemiş hafif süvari subayı… Ne yaparsın? Menzil bekçisi kendi yatağını ona vermiş. Hasta iyileşmeyecek olursa ertesi gün S** kentinden doktor getirtilmesi kararlaştırılmış.

Ertesi gün hafif süvari subayı daha da kötüleşmiş. Uşağı doktor getirmek üzere ata binip gitmiş. Dunya hastanın başına sirkeyle ıslatılmış bir bez bağlayarak, elinde dikişi, yatağının baş ucuna oturmuş. Menzil bekçisi oradayken hasta durmadan inliyor, hemen hemen hiç konuşmuyormuş. Bununla birlikte iki fincan kahve içmiş ve öğle yemeği hazırlanmasını istemiş. Dunya onu yalnız bırakmıyormuş. Hasta durmadan bir şeyler içmek istiyor, Dunya da bir maşrapayla kendi hazırladığı limonatayı götürüyormuş. Fakat delikanlı sadece dudaklarını maşrapaya değdirmekle yetiniyor ve her seferinde de güçsüz eliyle teşekkür anlamında Dunya’nın elini sıkıyormuş. Doktor öğleye doğru gelmiş. Hastanın nabzını dinleyip onunla önce Almanca konuşmuş, sonra da Rusça olarak dinlenmesi gerektiğini, yola iki gün sonra çıkabileceğini bildirmiş. Hafif süvari subayı vizite ücreti olarak yirmi beş ruble ödeyip doktoru yemeğe buyur etmiş. Birlikte büyük bir iştahla yemek yiyip bir şişe şarap yuvarladıktan sonra birbirlerinden çok hoşnut olarak ayrılmışlar.

Aradan bir gün daha geçince hafif süvari subayının bir şeyi kalmamış. Son derece neşeli bir adammış meğer. Dunya’yla, menzil bekçisiyle boyuna şakalaşıp durmuş. Islıkla şarkılar çalıyor, yolcuların seyahat belgelerini menzil defterine işliyormuş. İyi yürekli menzil bekçisi bu genç adama öylesine ısınmış ki üçüncü günün sabahı sevimli konuğundan ayrılmak bayağı zor gelmiş kendisine. Günlerden pazarmış. Dunya sabah duası için kiliseye gitmeye hazırlanıyormuş.

Hafif süvari subayının arabasını getirmişler. Genç adam yiyecek ve yatak ücretini cömertçe ödemiş, menzil bekçisiyle vadalaşmış. Dunya’yla da vedalaşarak onu kentin öbür ucunda bulunan kiliseye arabasıyla götürmek istemiş. Dunya duraksamış… Babası:

- Ne korkuyorsun kız, demiş. Efendimiz kurt değil ki seni yesin. Kiliseye kadar arabayla gidiver işte.

Dunya hafif süvari subayının yanına oturmuş. Subayın uşağı arabacının oturma yerine sıçramış. Arabacının ıslığıyla birlikte atlar dörtnala kalkmışlar.

Zavallı menzil bekçisi kızına nasıl olup da hafif süvari subayıyla birlikte gitmesi için izin verdiğini, hangi akla uyduğunu, nasıl olup da böyle bir sersemlik yaptığını anlayamıyormuş. Aradan yarım saat geçince yüreği sızım sızım sızlamaya başlamış. Bir ara öylesine kaygılanmış ki, daha fazla dayanamayıp kendisi de kiliseye yollanmış. O kiliseye yaklaştığında halk dağılmaktaymış. Fakat Dunya ne kilise avlusunda, ne de basamaklarda yokmuş. Menzil bekçisi hemen kiliseden içeri girmiş. Papaz mihraptan çıkıyor, zangoç mumları söndürüyor, iki kocakarı bir köşede hâlâ dua ediyorlarmış. Fakat Dunya kilisede yokmuş. Zavallı baba epeyce duraksadıktan sonra zangoca yaklaşarak kızının sabah duasında bulunup bulunmadığını sormuş. Zangoç, bulunmadığını söylemiş. Menzil bekçisi yarı canlı, yarı ölü eve dönmüş. Tek ümit olarak Dunya’nın aklına bir gençlik uçarılığıyla bir sonraki menzilde oturan vaftiz anasına kadar gitmenin esebileceği kalıyormuş. Menzil bekçisi içini acıtan bir yürek çarpıntısıyla kızını götüren troykanın dönmesini beklemeye başlamış. Arabacı dönmek bilmiyormuş. Sonunda akşama doğru tek başına ve sarhoş olarak, öldürücü bir haberle dönmüş: ”Dunya hafif süvari subayıyla birlikte bir sonraki menzilden öteye doğru hareket etti.”

Yaşlı adam bu mutsuzluğa dayanamamış. Bir gün önce genç düzencinin yattığı yatağa atmış kendini. Olayları bir bir gözlerinin önüne getirince, hastalığın da yalan olduğunu anlamış. Zavallı adam şiddetli bir hummaya yakalanmış. Onu S** kentine götürüp yerine geçici olarak bir başkasını atamışlar. Kendisini tedavi eden doktor, hafif süvari subayına gelen aynı doktormuş. Menzil bekçisine, genç adamı sapasağlam bulduğunu, onun kötü niyetini daha o zaman sezdiğini, fakat kamçılanmaktan korktuğu için sustuğunu söylemiş. Alman doktorun sözleri; ister gerçek olsun, isterse ileri görüşlülüğüyle övünmek için söylemiş olsun bunları, zavallı hastanın yarasına hiç de merhem olmamış. Menzil bekçisi biraz iyileşir iyileşmez S** kenti menzil müdüründen iki ay izin alarak ne yapmak istediğini hiç kimseye çıtlatmadan kızını bulmak için yola düşmüş. Genç adamın hafif süvari yüzbaşısı Minski olduğunu, Smolensk’ten Petersburg’a gittiğini seyahat belgesinden biliyormuş. Dunya’yı götüren arabacının söylediğine göre kız kendi isteğiyle gidiyor görünmesine rağmen yol boyunca hep ağlamış. Menzil bekçisi: ”Kim bilir, yolunu yitirmiş kuzucuğumu belki de döndürürüm yuvasına” diye düşünüyormuş. Bu düşünceyle Petersburg’a vararak eski meslek arkadaşlarından emekli bir erbaşın İzmaylov alayı yakınlarındaki evinde konaklayarak, araştırmalarına başlamış. Hafif süvari yüzbaşısı Minski’nin Petersburg’da Demutov Oteli’nde oturmakta olduğunu öğrenmiş çok geçmeden. Oraya gitmeye karar vermiş.


Sabahleyin erkenden otelin sofasına gelerek, efendilerine, eski bir askerin kendisiyle görüşmek istediğini haber vermelerini rica etmiş. Kalıba geçirilmiş çizmeleri temizlemekte olan emireri, yüzbaşının uyumakta olduğunu, saat on birden önce kimseyi kabul etmediğini bildirmiş. Menzil bekçisi otelden ayrılarak söylenen saatte yeniden oraya dönmüş. Onu bu kere sırtında robdöşambr, başında kadifeden kırmızı bir külahla, Minski’nin kendisi karşılamış.

- ”Ne istiyorsun kardeş?” diye sormuş.

İhtiyarın içi bir tuhaf olmuş, gözleri yaşarmış. Ağzından titrek bir sesle sadece:

- ”Efendimiz!.. Tanrısal bir lütufta bulununuz!…” sözleri dökülmüş.

Minski ihtiyara şöyle bir bakar bakmaz yüzünü ateş basmış, elinden tutarak yazı odasına götürmüş onu, kapıyı kilitlemiş. İhtiyar:


- ”Efendimiz!… Olanla ölüme çare bulunmaz, fakat hiç olmazsa zavallı Dunyamı geri verin bana. Hevesinizi aldınız artık. Ona boşu boşuna kıymayın” diye sürdürmüş sözlerini. Genç adam büyük bir şaşkınlık içinde:

- ”Olan oldu bir kere, demiş. Sana karşı suçluyum. Senden özür dileyebildiğim için de memnunum. Fakat Dunya’yı bırakmayacağımı bilmelisin. Sana şeref sözü veriyorum, mutlu olacak o. Sen onu ne yapacaksın? Seviyor beni. Eski yaşamını da unuttu. Ne sen, ne de o, olanları unutamazsınız artık!” Genç adam bunları söyledikten sonra ihtiyarın kol yenine bir şeyler sokuşturmuş, kapıyı açmış ve menzil bekçisi neye uğradığını anlayamadan kendini sokakta bulmuş.

Uzun bir süre hiçbir şey yapmadan öylece kalmış. Sonra kol yeninde gördüğü bir kâğıt tomarını çekip çıkarmış. Bu birkaç tane buruşuk, ellilik banknotmuş. İhtiyarın gözleri öfke yaşlarıyla dolmuş bu kez! Kâğıt parçalarını bir topak oluncaya kadar avucunda sıkıp yere fırlatmış, öfkeyle ezdikten sonra birkaç adım atmış. Sonra duraklamış, bir süre düşünüp geri dönmüş… Fakat kâğıt rublelerin yerinde yeller esiyormuş. İyi giyimli genç bir adam menzil bekçisini görünce bir arabaya doğru koşarak çabucak binmiş, ”Çek!…” diye bağırmış. Menzil bekçisi adamın arkasından koşmamış. Evine, menziline dönmeye karar vermiş. Fakat Dunyasını hiç olmazsa bir kere daha görmek istiyormuş. Bu nedenle iki gün sonra yeniden Minski’ye gitmiş. Fakat emireri sert bir tavırla, yüzbaşının kimseyi kabul etmediğini söyleyerek ihtiyarı göğüsleye göğüsleye sofadan çıkarmış, kapıyı yüzüne çarpmış. Menzil bekçisi beklemiş, beklemiş, sonra uzaklaşmış oradan.


Aynı günün akşamı Vse-Skorb-yaşçiye (14) Kilisesi’nden, akşam duasından çıktıktan sonra Liteynaya Caddesi’nde yürürken şık bir gezinti arabası hızla geçmiş yanıbaşından. Menzil bekçisi, Minski’yi tanımış. Gezinti arabası üç katlı bir evin karşısında, tam kapı önünde durmuş, hafif süvari subayı koşarak içeri girmiş. O anda menzil bekçisinin kafasında sevinçli bir düşünce parlamış. Geri dönüp arabanın yanına gelerek:

- ”Kimin bu araba kardeş?” diye sormuş. ”Minski’nin mi?”

Arabacı:

- ”İyi bildin”, demiş, ”Ne istiyorsun?”


- ”Senin efendi, Dunyasına bir pusula gönderdi de onu verecektim. Fakat Dunya nerede oturuyordu unuttum.”

- ”İşte burada oturuyor, ikinci katta. Fakat sen pusulayı getirmekte geciktin kardeş. Beyin kendisi de onun yanında şimdi.”

Menzil bekçisi anlatılmaz bir yürek çarpıntısıyla:

- ”Zararı yok”, diye karşılık vermiş. ”Yardımına teşekkür ederim. Ben şu görevimi yerine getirivereyim yine de.”

Bu sözleri söyleyip merdivenleri tırmanmış. Kapı kapalıymış. Çıngırağı çekmiş. Ona hiç geçmiyormuş gibi görünen birkaç bekleme saniyesinden sonra anahtarın kilitte döndüğünü işitmiş, kapı açılmış. Karşısına çıkan hizmetçi kıza:

- ”Avdotya Samsonovna burada mı oturuyor?” diye sormuş.


Genç kız:

- ”Burada oturuyor, demiş. Ne yapacaksın onu?”

Menzil bekçisi karşılık vermeden salona dalmış. Hizmetçi kız arkasından:

-”Durun, durun’ Avdotya Samsonovna’nın yanında konukları var” diye bağıra dursun, o ileriye doğru yürümüş. İlk iki karanlık odadan sonraki odada ışık varmış. Menzil bekçisi odanın açık kapısı önüne gelerek orada durmuş. Gerçekten çok güzel döşenmiş olan bu odada Minski düşünceli bir tavırla oturuyormuş. Dunya göz kamaştırıcı son moda giysiler içinde. İngiliz eyeri (15) üstünde bir leydi gibi Minski’nin koltuğunun bir kıyısında oturmaktaymış. Gerç kız Minski’nin kara saçlarının kıvırcıklarını sedef gibi parmaklarına dolayarak sevgi dolu gözlerle bakıyormuş delikanlıya. Zavallı menzil bekçisi kızını hiçbir zaman bu kadar güzel görmemişmiş. Elinde olmaksızın bakakalmış ona. Genç kız başını kaldırmadan :


- “Kim var orada?” diye seslenmiş.

Menzil bekçisi sesini çıkarmamış. Dunya karşılık alamayınca başını kaldırıp bakmış ve bir çığlık kopararak halının üstüne yuvarlanmış. Korkan Minski kızı kaldırmak üzere yerinden fırladığında kapı önünde duran menzil bekçisini görünce Dunya’yı bırakıp öfkeden tir tir titreyerek yaşlı adama yaklaşmış. Dişlerini gıcırdatarak:

- “Ne istiyorsun?” sen demiş. “Eşkıya gibi sinsi sinsi ne dolaşıp duruyorsun peşimde? Yoksa beni boğazlamak mı istiyorsun? Defol!”

Bunları söyleyip güçlü pençesiyle menzil bekçisinin yakasına yapışmış, kapı dışarı etmiş adamı.

İhtiyar kaldığı eve dönmüş. Dostu mahkemeye başvurmasını öğütlemiş. Fakat o bir süre düşündükten sonra olumsuz anlamda elini sallamış, geri dönmeye karar vermiş. İki gün sonra da Petersburg’dan ayrılarak menziline doğru yola koyulmuş, eski görevine başlamış.


Menzil bekçisi şöyle tamamladı sözlerini:

- İşte üç yıldır, en küçük bir haberini bile alamadan Dunyasız yaşıyorum. Ölü mü, diri mi, Tanrı bilir artık. Her şey olur. Rasgele bir çapkının baştan çıkarıp bir süre oyalandıktan sonra fırlatıp attığı ne ilk, ne de son kızdır o. Petersburg’da yığınla var bu gencecik ahmaklardan. Bugün atlaslar, kadifeler içindedir. Yarın bakarsın bir meyhane serserisiyle birlikte sokaklarda sürtüyor. Kimi zaman Dunya’nın da böyle bir felakete uğramış olabileceğini düşünüyorum da, elimde olmaksızın günaha giriyor, o duruma düşmektense ölmüş olmasını diliyorum.

İhtiyar dostumun -Dmitrev’in o çok güzel baladındaki çalışkan Terentyiç gibi- tablosu yapılmaya değer bir tavırla, ceketinin eteğiyle sildiği gözyaşlarının sık sık kestiği hikâyesi buydu işte. Gerçi gözyaşları biraz da hikâyeyi anlattığı sürece yuvarladığı beş bardak punçtan ileri geliyordu, ama yine de içim bir tuhaf oldu. Ayrıldıktan sonra da uzun bir süre ihtiyar menzil bekçisini unutamadım. Zavallı Dunya aklımdan çıkmadı…

Geçenlerde ** ilçesinden geçerken, dostumu anımsadım. Onun bekçilik yaptığı menzilin kaldırıldığını söylediler. Menzil bekçisinin yaşayıp yaşamadığı konusunda kimsenin doğru dürüst bir şey bildiği yoktu. Yabancısı olmadığım yerlere kendim gitmeye karar verdim. Menzil dışından bir araba kiralayarak N** köyüne yollandım.

Mevsim sonbahardı. Gökyüzü kül renkli bulutlarla örtülüydü. Soğuk bir rüzgâr, karşılaştığı ağaçlardan kopardığı kızarmış ve sararmış yaprakları sürükleyerek, biçilmiş tarlalar üzerinden esiyordu. Köye güneş batarken girip tam menzil bekçisi kulübesinin önünde durdum. Bir zamanlar zavallı Dunya’nın beni öptüğü sofaya çıkan şişman bir kadın, sorularımı, menzil bekçisinin bir yıl önce öldüğünü, evde şimdi bir bira yapım evi sahibinin oturduğunu, kendisinin de bu adamın karısı olduğunu söyleyerek yanıtladı. Buralara kadar boşu boşuna gelmiş olmama ve hiç yoktan harcadığım yedi rubleye canım sıkılmıştı… Bira yapımcısının karısına:

- Niçin öldü acaba? diye sordum.


Kadın:

- Niçin olacak anacığım, ayyaşlıktan, diye karşılık verdi.

- Nereye gömüldüğünü biliyor musunuz?

- Köy dışındaki mezarlığa, rahmetli karısının yanına.

- Birisi beni oraya kadar götürebilir mi acaba?

- Niye götürmesin! Hey Vanka! Bırak artık şu kediyle oynamayı. Bayı mezarlığa kadar götür de menzil bekçisinin mezarını gösteriver.

Bu sözler üzerine kızıl saçlı, bir gözü kör, üstü başı yırtık bir çocuk bana doğru koştu, az sonra köyün dışına çıktık. Yolda giderken ona:

- Sen rahmetliyi tanır mıydın? diye sordum.

Çocuk:


- Nasıl tanımam, dedi. Bana ağaçtan düdük yapmasını öğretmişti. Kimi zaman meyhaneden çıktığında (Allah rahmet eylesin) bütün çocuklar peşine takılır: ”Dede! Dede! Bize ceviz ver!” diye bağırırdık. O da hepimize ceviz dağıtırdı. Zaten çoğu zaman bizimle oynardı hep.

- Peki gelip geçen yolculardan onu soran oluyor mu hiç?

- Şimdileri buralardan gelip geçen azdır. Arada bir ilçe meclisinden biri uğrar ya, onların da ölülerle alış verişi yoktur. Bak aklıma geldi, yazın buradan geçen bir bayan, ihtiyar menzil bekçisini sorduydu da, mezarına kadar geldiydi hatta!

Merakla:

- Nasıl bir bayandı bu, diye sordum.

Çocuk:

- Çok güzel bir bayandı, dedi. Altı atlı arabasında üç çocuğuyla, bir süt ninesiyle, bir de kara bir finoyla seyahat ediyordu. İhtiyar menzil bekçisinin öldüğünü duyunca ağlamaya başladı. Çocuklarına:


- ”Siz uslu uslu oturun, ben mezarlığa kadar gideceğim” dedi.

Ben onu götürmek için ortaya atılmıştım ki, bayan:

- ”Ben yolu biliyorum” dedi.

Bana da beş gümüş kapik verdi. Böyle iyi bir bayandı işte!

Mezarlığa geldik. Çevresinde bir çit bile bulunmayan tahta haçlarla kaplı, çıplak, ağaçsız bir yerdi burası. Hayatımda bundan daha iç karartıcı mezarlık görmedim.

Çocuk, üzerinde bakır bir tasvir bulunan kara bir haçın saplı olduğu bir kum yığınına sıçrayarak:


- İşte ihtiyar menzil bekçisinin mezarı, dedi.

- O bayan da geldi mi buraya, diye sordum.

Vanka:

- Geldi, dedi. Uzaktan izliyordum onu. Buraya uzandı, uzun zaman öylece kaldı. Sonra köye dönerek papazı çağırttı, para verip gitti. Bana da beş gümüş kapik vermişti. Çok iyi bir bayandı.

Ben de bir beş kapiklik verdim çocuğa. Buraya gelişime de, harcadığım yedi rubleye de acımıyordum artık.